Rıza Tevfik Bölükbaşı ile "Tekke Edebiyatı" Üzerine

(Rıza Tevfik ile Tekke ve Halk Edebiyatımız Üzerine; dunyabizim.com; 05.05.2016)




Uzun süren araştırmaları sırasında ele geçirdiği güzel ve harika denebilecek örneklerden geniş kitleleri de haberdar etmek suretiyle Rıza Tevfik halk edebiyatı ve tekke edebiyatına dair yazılar kaleme almıştır. Vahdet-i vücûd ile panteizmi birbirine karıştırması, Yunus Emre'nin hurûfî olduğu gibi tutarsız görüşleri olsa da tekke/tasavvuf edebiyatına dair verdiği bazı yeni bilgiler sayesinde kendi zamanındaki geniş bir aydın kitlesinin bu sahaları öğrenmesinde büyük rolü olmuştur. Kültür tarihimizin zenginliklerini ortaya koyduğu yazılarında verdiği malûmatın bir kısmının doğruluğu, günümüzde bile geçerliliğini korumaktadır. Biz de kendisiyle bu edebiyat çerçevesinde sohbet ettik.

(Bu hayalî röportaj metni Abdullah Uçman'ın hazırladığı "Rıza Tevfik'in Tekke ve Halk Edebiyatı ile İlgili Makaleleri" adlı kitaptan iktibaslar yapılarak oluşturulmuştur. Lüzumlu görülen ifadeler ve tabirler, okuru zorlamamak adına sadeleştirmeye tâbi tutulmuştur.)

Yazılarınızda hep tekke edebiyatını bizim millî edebiyatımız olarak gördüğünüzü vurguluyor ve yıllarca araştırmalarda bulunduğunuzu dile getiriyorsunuz. Bize bu şiiri kısaca tarif etseniz?

Memleketimizde iki edebiyat vardı. Biri herkesin bildiği o muhteşem üsluplu edebiyatımızdır ki Ahmed Paşa'lar, Sinan Paşa'lar, Fuzûlî'ler, Nef'îler, Bâkî'ler, Nedim'ler, Nâbî'ler, Şeyh Gâlib'ler, Ziya Paşa'lar, Ekrem'ler, Hâmid'ler, Fikret'ler, Hâlid Ziya'lar, Cenab'lar yetiştirmiştir. Diğeri de şu bildiğimiz parmak hesabına göre yazılmış şiirlerdir. Göğsümü gere gere iddia edebilirim ki bu edebiyat zannedildiği kadar fakir ve hakir değildir. Bu şiirleri yazanların pek çoğu esasen ve fıtraten şair olmadığı gibi maksatları da şiir olmayıp şiir vasıtasıyla lüzumlu olan hikmetleri neşretmek olduğu için şekle, ifadeye, vezne ve üslup zarafetine bakmıyorlardı. Bilâkis çok taraftar kazanabilmek gayretiyle halk dilini tebliğ vasıtası olarak kullanıyorlardı. Bu edebiyatın felsefesi Osmanlı Devleti'nin hemen her tarafında sürat ve emniyetle yayılıp kök salan vahdet-i vücûd'dur. Nice nice şeyhler bu düşünceyi ağızdan ağıza nakil ile müridlerine telkin ediyorlar ve sırlarını perde perde açabiliyorlardı. Güvenç Abdal adlı bir şairden bir dörtlükle örnek vereyim:

Elde, ayağında, tende, gözünde
Hakkına tâlib ol, her bir sözünde
Cânımdan içeri, kendi özünde
Sakla kulum beni! Saklayayım seni!

"İnsan" da bu şiirde sıkça işleniyor değil mi? Hislerinden ve düşüncelerinden ziyade bizatihi varlığıyla.

Diyebilirim ki bütün tasavvufî hikmetlerden çıkarılabilecek en büyük hakikat üç kelime ile ifade olunabilir: İnsanın ulüvv-i şânı. Tasavvufun takdirince insan sûret-i Rahmân üzere yaratılmış ve bu haysiyetinden dolayı değerli bulunmuştur. Vücud âleminde ne varsa mutlak vücudun esmâ ve sıfatından birine mazhardır. Onun için bütün şu maddî ve manevî mevcudata âlem-i mezâhir yani isimlere ve sıfatlara mazhar olan şeyler âlemi denmiştir. İnsan ism-i âzam'ın mazharıdır. En büyük adı o takınmıştır. Büyük sûfîler kâinata âlem-i sugra (microcosme), insanın aslına ise âlem-i kübra (macrocosme) demiştir. Hulâsa insan büyük şey ama insanlığının haysiyetini bilirse! Her şeyi insanda aramalı çünkü sarf, nahiv, mantık, vs. bütün bilgiler bizi bir hakikate iletmez. İnsanın sırrı kitaplardan değil, insân-ı kâmil'den öğrenilir. Bunları anlatan öyle şiirler vardır ki kolay kolay yazılır ve söylenen şeyler değildir. Bakın Olanlar Şeyhi İbrahim ne diyor:

Âlimim dersin amma âlemden bîhabersin
Bu ândan, bu nefesten, bu demden bîhabersin
Sözce gelince amma eylemişsin kıl gibi
Kalbine Hakk'dan olan hemdemden bîhabersin!

Eski Türk edebiyatı tabiriyle kastedilen divan edebiyatı genelde. Eski edebiyatın içinde yer alan tasavvufî edebiyatın geri planda kalması neden kaynaklanıyor olabilir?

Sûfîyâne şiirler, İslâmî akideler noktasında uygun olmadığına dair sıkça öne sürülen iddiaların yol açtığı korkudan dolayı çoğu kez gizli kalmıştır. Hepsi düzgün bir şekilde kaydedilseydi, müstensihler tarafından ikide birde tahrif edilerek aslına benzemeyecek bir hâle getirilmiş olmasaydı, yazılış tarihlerine dair bir kayıt bulunsaydı, bu gibi şiirleri düzenli bir silsile üzere tertip ederek üzerinde düşünebilir ve bu şiirler hakkında araştırma yapabilirdik. Meselâ Sultan Veled'in Rebabnâme'sini yazdığı zamanlar Osmanlı Türklerinden bir veya birkaç kişinin de kaba Türkçe bazı şiirle yazıp yazmadığını bilemiyoruz. Yeteri kadar bilemediğimiz için de ön plana çıkmıyor.

Peki bizim divan edebiyatımızda hiç tasavvuf yok mudur?

Osmanlı klasik edebiyatını, yani eski edebiyatımızı lâyıkıyla tetkik etmiş olanlar, benimle beraber katiyyen teslim ederler ki bütün o cins şiirlerde  - hele istiâre ve teşbih itibarıyla - tasavvuf dilinin damgası vardır. Hâmid'in ve ondan sonra gelenlerin, yani yeni şiir ve eski şiir arasındaki en mühim ve esaslı fark da budur. Yüzeysel bakan eleştirmenlerin zannettiği gibi Arapça kelimelerin ve Farsça tamlamaların azlığı ya da çokluğu değildir. Şiirin mânâsının şairin karnında olup olmaması ve anlaşılıp anlaşılmaması ise hiç değildir. Büyük bir inkılapçı olan Hâmid, Osmanlı şiirini kalenderlikten ve harabâtî neşesinden kopartmıştır. Dolayısıyla eski edebiyatımızda tasavvuf konu olarak olmasa bile lisan olarak vardı.

Tasavvufî şiirler diğer şiirler gibi sadece okunmak için değil, aynı zamanda tekkede, dergâhda vs. söylenmek için de yazılıyor değil mi?

Bazı manzumeler yalnız okunmak için yazılmıştır. Birtakımı da terennüm edilmek için söylenmiştir. Birincilere "nutuk", ikincilere "nefes" derler. Ben bunların yüzlercesini gördüm ve topladım; mümkün olabildiği kadar da onları sınıflandırmaya çalıştım.

Nasıl sınıflandırdınız?

Cinslerine ve mevzularına göre tasnife çalıştığım bu manzumeleri birkaç sınıfa ayırmak mümkündür. Benim tasnifim o kadar iyi oldu mu bilmem. Bunların bir kısmı sırf ilâhî diye malûmunuz olan manzumelerdir. Diğer kısımları da medhiyeler, mersiyeler ve hicviyelerdir. Yalnız pek mühim ve özel bir sınıf var ki bilhassa insan ve insân-ı kâmil hakkında yazılmış şeylerdir. İnsanın, hatta en âdi ve bayağı insanın bile azamet ve yüce şanını söyler.

Tekke edebiyatı denince aklımıza ilk gelen ilâhîler oluyor. İlâhî manzumelerini sever misiniz? Hiç ilâhî yazdınız mı?

İçtenlikle bir şey söyleyeceğim, bilmem herkes sözüme aynı suretle inanacak mı? Nazım şekilleri ve şiir türleri içinde benim en ziyade sevdiğim ilâhîlerdir. Bununla beraber ben bizzat ilâhî tarzında hiçbir şey yazmadım, hatta yazmaya teşebbüs bile etmedim. Çekindim, başka bir şeyden değil, güçlükten çekindim. Ulvî bir heyecan insan ile beraber onun kâinatını ve hayatını da değiştirebiliyor. İlâhî dediğimiz şiirler de bu nevi coşkunluğun bir hususî ifadesi olsa gerektir.

Bir de devriyeler var. Onlardan da kısaca bahsetseniz?

Tabiidir ki burada mevzu-ı bahsimiz karakol devriyesi değildir (Gülüşmeler). Devriye, tasavvufî şiirde bir tür manzumenin ismidir. Bu öyle bir şiirdir ki benzerini hiçbir Avrupa edebiyatında göremedim. Avrupa'nın tarihini iyi bilmediğim için bu hususta söz söyleyemem ama görmedim. Bu cins manzumeler şarka mahsus gibi görünüyor. Farsçada pek mükemmelleri var fakat Arapçada devriye örneği görmedim. Bizim Türkçe edebiyatta çok var. Bu şiirlerin mevzuunu, mahiyetini ve ehemmiyetini anlamak için şu kadar bilmek yeter: Süflî âleme düşen bir varlık cemad, nebat, insan suretlerinden yükselerek melekiyet derecesine gelir. İnsân-ı kâmil olduktan sonra Allah'ta fâni olur. Devriyelerde bu iniş ve çıkış seyahati anlatılır. Bektâşî dervişlerinden Şîrî'nin güzel bir devriyesi vardır ki şöyle başlar:
Cihân var olmadan ketm-i ademde
Halk ile birlikte yekdâş idim ben
Yarattı bu mülkü çünkü âdemde
Yazdım tasvîrini nakkâş idim ben

Tekke şiirinin sembollerle dolu özel bir dili var sanki.

Coşkunluklar, taşkınlıklar ve hele şaşkınlıklar yüzünden daima ulemanın düşmanlığını celbeden sûfî şairler, hakikatleri mecazî üslubun arkasından söylemişlerdir. Bunu anlayabilecek olanlara söylemek ve bigânelerden sırlamak mecburiyetiyle bu ifadenin arkasına gizlenmişlerdir ki bunu bir ihtiyatkârlık olarak görebiliriz. İşte bu kinayeli, îhamlı, cinaslı, ve rumuzlu mecaz dili bir mantıku't-tayr yani kuş dilidir. Onu her hayvân-ı nâtık anlamaz. Anlasa da zahirî mânâsını anlayabilir ancak; hâlbuki telkin ve ilham edilmek istenen anlam o değildir. Meselâ bir şiirde "gönül", "dîdar" gibi kelimeler görürse onların asıl mânâsı "Kâbe" ve "cennet" demektir. Aynı şekilde Kâbe ve cennet dahi gönül ve dîdar demektir.

Yunus Emre'nin aslında tahsilli bir kişi olduğunu iddia edenler var. Bu hususta ne dersiniz?

Yunus Emre bizim telâkki ettiğimiz mânâ ile pek okumuş bir adam değildi. Fakat tasavvuf nazarında okumak, bilmek değildir. Hakiki bilgi, irfandır ki ancak mürşidin telkinleri ile elde edilir. Bunun kaynağı ise ilhamdır; his, akıl veya nakil değildir. Bu ilme aşina olanlara ârifler derler. Bunların bildiği şeyler, en büyük zâhir uleması indinde bile sırdır. İşte buna göre hükmedilirse Yunus, okumuş bir adam olmadığı halde bihakkın ârifân zümresindendir. İtikadını gayet sade olan günlük lisanıyla yaymış ve Anadolu'yu tamamen büyülemiştir. Bu dili kullanması çok önemlidir, zira kaba saba görünen Türkçenin mecâzî ifadeye ne derece kabiliyetli olduğunu ispatlamıştır. Kinaye ile söz söyleme sanat onun elindedir. Elbette divanında sayru, tapşurmak, kancaru gibi bugün herkesin kolay kolay anlayamayacağı unutulmuş kelimeler de var.

Hiç eğitim almadan, halkın kullandığı dille de müthiş sanat eserleri ortaya konabiliyor o zaman, değil mi?

Analarımızdan öğrenmiş olduğumuz Türkçe, gramerden ve sözlüklerden öğrenilen Türkçe değildir. Öyle olsaydı, bir yabancı da az bir zamanda Türkçeyi aynı bizim gibi ve bizim kadar öğrenebilirdi. Günlük dilin, fikir ve duyguları ifade etmede kabiliyet bakımından en aşağı seviyede olması tabiidir. Her milletin halk şiirinde lisan basit, fakir ve ilkeldir. Böyle olmakla beraber hasret, yeis, matem, aşk gibi büyük duyguları öyle kırık dökük bir dille kısaca ifade edebilmek kabiliyeti, belâgat kudretinin en yüksek derecesini gösterir. Türkiye Türkçesinin folklorunu teşkil eden atasözlerini, atalardan kalan kıymetli sözleri, vecizeleri; hele dertli Türk anasının, yaslı Türk gelininin, dul kalan Türk karısının hüznünü, hasretini gamlı bir eda ile terennüm eden türküleri benim kadar merak ile ve yetîmâne bir hassasiyetle okuyun veya dinleyin de bakın. Manzum olsun, mensur olsun benim takdirimce halk edebiyatı denilen değerli sözler hazinesinin asıl folklor kısmını teşkil eden bunlardır. İster atalardan kalmış olsun, isterse yeni olsun. Hangi devre ve edebiyata ait olduğu da mühim değil. Bunları söyleyenler yahut yazanlar en derin duyguları bir iki kelime ile eda edebilmek hünerinde ne büyük bir kudret, ne etkili bir belâgat göstermişlerdir!

Hiç yorum yok :