Kâtip Çelebi sadece ilmî eserler ortaya koyan değil, aynı
zamanda ilmin kendisi ve ilimlerin tasnifi gibi konular hakkında kalem oynatmış
bir âlimimiz. Kaleme aldığı kitaplarıyla yurt dışında Hacı Kalfa veya Hacı
Halife olarak tanınan bu büyük bilginimizin ilim hususunda söyledikleri âdeta
ders mahiyetinde. Eminiz Kâtip Çelebi ile “ilim” üzerine yaptığımız bu söyleşi
ilme talip olan kardeşlerimize faydalı olacaktır.
(Bu hayalî röportaj metni, Kâtip Çelebi’nin Keşfü’z-zünûn
ve Mîzânü’l-hak adlı kitaplarından iktibaslar yapılarak oluşturulmuştur.)
Üstadım öncelikle kısaca hayat hikâyenizden ve ilim
dünyasına nasıl girdiğinizden bahsetseniz?
Ulema arasında Kâtip Çelebi diye isim yaptım, adım Mustafa
bin Abdullah’tır. İstanbul’da doğdum. Babam asker olduğundan kanun ve usûl
üzere o sınıfa geçtim. Çeşitli vazifeler alıp hac ziyaretini de yaptıktan sonra
Sultan IV. Murad Han ile çıktığım Revan seferinden dönünce (1635) küçük
cihaddan büyük cihada döndük. Artık bundan böyle aziz canı ilim yoluna
yönlendirmek için çaba harcayarak kıymetli ömrün geriye kalan kısmını ilm-i
şerîf tahsiline ayırmaya, mukadder rızık ve tahsis edilen maaşı ilim öğrenme
yollarına harç ve sarf etmeye karar verdim. Bu niyetle İstanbul’a gelirken
Halep’teki ikametim esnasında sahaf dükkânlarındaki kitapları gözden geçirdim ve
ilâhî bir ilham ile kitap isimlerini yazmaya başladım. İstanbul’a gelince miras
yoluyla kendime biraz mal intikal etti ve bu malı kitaplara verip büyük bir
hırsla ilimle uğraşmaya başladım. 1637’de bu kitapları mütalâa etmek nasip
oldu. Özellikle tarih, tabakât ve vefeyât kitaplarını araştırmak hoşuma
gidiyordu. 1638’de servet sahibi bir tüccardan birkaç yüz akçe miras kaldı ve
azmimdeki samimiyetin ve niyetimdeki ihlâsın bereketiyle çeşitli fenleri
tahsile devam ettim. Kitaba harcadığım paradan kalanla evi yeniledim ve
evlenmek için eşya aldım. Farklı hocalardan tefsir, hadis, mantık, meânî,
beyân, tıp, matematik gibi birçok ilmi öğrenip gece gündüz hadsiz hesapsız
kitabı gözden geçirdim. Bazen güneşin batmasından doğmasına dek mum ışığı
altında çalışır dururdum ama hiçbir surette usanç ve bıkkınlık gelmezdi.
Öğrendiklerimi talebelerime de okuttum ve muhtelif kitaplar kaleme aldım.
İlim üzerine söyleşeceğiz madem, ilim nedir sualiyle
başlayalım.
İnsanın mutluluğu, şeylerin gerçeklerini ve hâllerini insanî
güç nispetinde bilmeye bağlı ve gerçekleri pek çok olduğundan, onları kavramaya
ve öğretimini kolaylaştırmaya girişti. Bunun üzerine tek bir şeyle ya da
birbirine benzeyen şeylerle ilgili özel hâlleri ayırıp tek başına onu yazdılar
ve ona ilim dediler. İlim sözünün asıl anlamı, anlamanın ta kendisidir. Anlam
bilinenle ilgilidir ve ortaya çıkışta ona tâbidir. İlim; bütün problemler,
düşünme ile ilgili ilkeler, doğrulama ile ilgili ilkeler ve konular anlamında
kullanılır. Her problemin kendi başına ilim sayılmasında ve bir konuda ortak
birçok problemin bir ilim sayılmasında bir engel yoktur. Her ilmin bir konusu
ve amacı vardır, onlardan her biri alan ve teklik bakımından bu çok problemleri
kavrar, ona bakarak bir ilim kabul edilir.
Bir insan niye ilim tahsilinde bulunmak ister?
Öğrenmek insanın yaratışında vardır. Onu hayvandan ayıran
şey düşüncesidir. Ayrıca ilim en lezzetli ve faydalı şeydir. Bir şeyin
üstünlüğü ya kendisi ya da başka bir şey sebebiyledir; ilim ise iki üstünlüğe
birden sahiptir. Çünkü onun kendisi lezizdir, kendisinden dolayı istenir.
Ayrıca başkaları için de lezizdir. Manevî bir lezzet olduğu için onun tadını
hiçbir şey vermez. Hem dünyaya hem de ahirete faydası vardır. Tabii ki ilimle
amacının dışındakini istemek de yanlıştır. Mal ve mevki için ilim öğrenmek
böyledir meselâ. Sadece meslek edinmek için de öğrenmek doğru değildir.
İlimlerden gaye kazanç elde etmek değil, hakikati bilmek ve ahlâkı
güzelleştirmektir. Bunun yanı sıra her ilmin aşamayacağı bir sınır vardır.
Örneğin tıp ilmiyle tüm hastalar iyileştirilemez, çünkü tedavi ile iyileşmeyen
hastalıklar vardır.
Efendim ilim demişken kitap piyasası hakkında ne
buyurursunuz? Şimdilerde eli kalem tutan herkes kitap çıkartabiliyor.
Akıllı bir kişi ancak şu durumlarda kitap yazar: Daha önce
yazılmamış bir şeyi icat etme, noksan bir şeyi tamamlama, kapalı bir şeyi açma,
uzun bir şeyi özetleme, dağınık bir şeyi toplama, karışık bir şeyi düzenleme ve
hata yapan bir yazarı düzeltme. İlimler hakkında yazılmış kitapların çokluğu ve
öğretimdeki terimlerin farklılığı ilim öğrenmeyi engelleyicidir.
İlim öğrenmeyi engelleyici başka şeyler de var mı?
Geleceğe güvenmek, zekâya güvenmek, önemli bir miktarı
ortaya çıkmadan bir ilimden diğerine veya bir kitaptan diğerine geçmek, mal ve
mevki istemek, hayvanî zevklere meyletmek, can sıkıntısı, ilimle uğraşırken
yardımın olmaması, dünyaya yönelmek vs başka engelleyici şeyler de var elbet.
Toplumumuzda çok şey ezberleyen kişiler çok ilim sahibi
zannediliyor üstadım. Yanılıyor muyum?
Ezberlemek bir ilim yeteneği değildir. Ezber yapan kişinin
ilmin hiçbir şeyini güzel yapamadığını görürsün. Olur da görüşür ve tartışırsan
onu noksan bulursun. Ama sadece bilgiyi çıkarma, elde etme ve lâzımdan melzuma
hızlı geçebilme yeteneğidir. Buna hafızaya alma da eklenirse ne güzel olur. Ama
bu sadece ezberlemeyle tamamlanmaz.
Efendim, aklî ilimlere muhalif durup sadece şer’î
ilimlere değer verenler bunu neye dayanarak yapıyorlar?
Sadr- İslâm’da, sahabe-i kiram Hz. Peygamber’den alıp
rivayet ettikleri Kitap ve sünnete sarılıp İslâmiyet’in temel kaideleri iyice
yerleşip sağlamca kökleşmeden başka ilimlerle meşgul olmayı caiz görmediler.
Belki bu gibi ilimleri men konusunda çok şiddetli davrandılar. İslâmî olmayan
ilimlerin yasaklanmasında ilk zamanlarda o kadar çok sert davranılmıştı ki Hz.
Ömer Mısır ve İskenderiye fethedilince nice bin cildi bulan kitapları
yaktırmıştı. Zira öyle olmasa halk Allah’ın kitabını ve Resulullah’ın sünnetini
muhafaza etmekten geri kalıp onlarla meşgul olurlardı. İslâm’ın kaideleri bu
derece sağlamlıkla yerleşmez ve kökleşmezdi. İslâm’ın ilk zamanlarında onların
gözettikleri maslahat buydu. İkinci ve üçüncü neslin yaşadığı dönemde ise
tâbiler ve müçtehitler, râvîlerin rivayetlerini tedvin edip usûl ve furû
kaidesi üzere şer’î delillerden ilâhî hükümleri çıkararak yazıp çizdiler. İslâm
ilimleri herhangi bir yolla bozulmaktan korunup mazbut bir hâle getirildikten
sonra Müslümanların büyükleri, selefin aklî ve felsefî ilimleri men etmelerinin
bu maslahat için olduğunu gördüler, mahzur bertaraf edildi ve maslahat son
buldu.
Lâkin nice boş kafalı kimseler, İslâm’ın ilk döneminde bir
maslahat için vâki olan men etmeye dair rivayetleri görüp katı bir taş gibi saf
taklitçilik hâli içinde donup kaldılar. Meselenin aslını düşünüp taşınmadan
aklî ilimleri red ve inkâr eylediler. “Felsefe ilimleri” diyerek onları onları
kötüleme illetine müptelâ oldular. Yeri göğü bilmez ve bir diğerinden ayırt
edemez bir cahil iken âlim kesildiler. “Göklerin ve yerin hükümranlığına,
Allah’ın yarattığı her şeye ve ecellerinin yaklaşmış olabileceğine bakmadılar
mı?” (A’raf-185) tehdidi kulaklarına girmeyip, arza ve semalara bakmayı sığır
gibi gözle bakmak sandılar. Hâlbuki uçmak için iki kanat lâzımdır, bir kanatla
menzil alınmaz. Aklî ve şer’î ilimler iki kanat mesabesindedir.
Peki, bahsettiğiniz maslahat ne zaman son buldu? Yani
felsefe ilimlerinin tahsili hangi dönem başladı?
Müslümanlar “eşyanın hakikatına dair olan ilimleri bilmek
mühimdir” diyerek Emevîler ve Abbasîler çağında felsefî ilimleri tercüme ederek
Arap lisanına naklettiler. Selim bir fıtrata ve müstakim bir düşünceye sahip
olanlar her asırda bu ilimleri okuyup onları tahsil etmekten geri durmadılar.
Tahrir ve tahkik semtinde hikmetle şeriatın arasını telif eden muhakkiklerin,
eserleri her asırda meşhur oldu, muteber tutuldu ve revaç buldu. İmam Gazzalî,
Fahreddin Râzî, Adudüddin Îcî, Kadı Beyzâvî, Kutbüddin Şirâzî, Kutbüddin Râzî,
Sadeddin Teftazânî, Seyyid Şerif Cürcânî ve Celâl Devvânî bunlardan
bazılarıdır.
Ya Osmanlı medreselerinde aklî ve felsefî ilimlerin geri
plana atılması nasıl gerçekleşti? Sonrasında ne oldu?
Yüce Osmanlı Devleti’nin başlangıcından Sultan Süleyman Han
zamanına gelinceye kadar hikmet ile şeriat ilimlerini nesflerinde toplayan
muhakkikler şöhret bulmuşlardır. Sultan Fatih Mehmed Han Medâris-i Semâniye’yi
bina edip “usûlüne uygun tedrisat yapılsın” diye vakfiyesine kayıt koydu.
“Hâşiye-i Tecrîd” ve “Şerh-i Mevâkıf” derslerini tayin etti. Sonra gelenler “bu
dersler felsefiyattır” diyerek kaldırdılar, yerine “Hidâye” ve “Ekmel”
derslerinin okunmasını makûl gördüler. Lâkin sadece bunlarla yetinmek makûl
olmadığı için ne felsefiyat kaldı, ne Hidâye ne Ekmel! Böylece Rûm pazarına
kesat geldi. Bunun ehli olanları yok olmaya yüz tuttuğu için Kürt diyarında
kıyıda köşede yer yer usûl ve kanun üzere ders gören talebelerin müptedileri
İstanbul’a gelerek muazzam bir şekilde tafra satar oldular.
Fakat siz öğrencilerinizi aklî ve felsefî ilimleri
öğrenmeleri konusunda teşvik ettiniz, değil mi?
Ben ders ve müzakere esnasında istidat sahibi olan
talebeleri Sokrat’ın Eflâtun’u teşvik etmesi gibi eşyanın hakikatine dair olan
ilmi tahsile teşvik ettim. Ta ki mutlak ilim namına olanı tahsil etmek için
ellerinden geldiği kadar çabalasınlar. Öğrendikleri şeyler elbette ki bir
yerlerde kendilerine lâzım olacaktır. İlimden zarar gelmez. Aklî ve felsefî
ilimleri kötüleyip reddetmesinler; zira bir şeyi reddetmek, o şeyden uzak ve
mahrum kalmaya sebep olur.
Keşfü’z-zünûn, Tuhfetü’l-ahyâr, Cihânnümâ,
Takvîmü’t-Tevârih vs. bugün dahi istifade ettiğimiz kitaplarınız üzerlerine
ayrı ayrı röportaj yapılabilecek derecede mühimler ama aklî ve felsefî
ilimlerden bahsedince şunu sormadan edemeyeceğim: Öğrendiğimiz kadarıyla Mîzânü’l-Hak
adlı kitabınızda ciddi biçimde eleştirdiğiniz Kadızâde sizin bir ara
hocanızmış. İlk nasıl tanıştınız ve sonra ona karşı tavır alışınızın sebebi
neydi?
Bir gün yolda giderken Fatih camiinde vaaza uğradım.
Kadızâde düzgün bir ifadeyle tesirli sözler söylediğinden işitenler mutlaka
vaazını dinlerdi. Söylediği sözlerin çoğu, halkı ilm-i şerîf tahsil etmeye
teşvik ve onları cehaletten kurtarmak maksadıyla çalışıp çabalamaya
heveslendirme hususuyla alâkalıydı. İşte o sırada benim gönlümün yularını da
eline almış, ilimle meşgul olma ve tahsil etme semtine çekerek götürmüştü.
Ancak derslerinin çoğu sathice ve basitti. Çünkü aklî ilimler ile aşinalık
peyda etmemiş olduğu için tefsirde o fenlerle alâkalı yerlere geldiği zaman
kişi bilmediğinin düşmanıdır darb-ı meselenin gereğince “Kadı Beyzâvî burada
felsefeye kaymıştır” derdi. Çoğunlukla kendi iddiasına muvafık meseleleri
hafızasına alır, zihnine yerleştirir ve yerinde söylerdi. Hazır cevaplığı
sayesinde hasmını susturma hususunda mahirdi. Kurnaz ve açıkgöz olduğu için
ihtilâflı meseleleri birtakım avanak kişileri ayağından bağlamakta köstek
olarak kullandı. “Muhalefet et, meşhur olursun” sözünün gereğince padişahlar
tarafından tanınan bir kişi hâline gelip sivrildi ve bu yoldan işini yoluna
koydu. Ben de taassup kaydından kurtarmak için mezkûr eseri kaleme aldım.
Dinî mevzular başta televizyon olmak üzere her yerde ehil-nâehil
herkes tarafından tartışılır hâlde geldi. Bu vaziyette vaizlere, ilâhiyatçılara
düşen nedir ve ahali ne yapmalıdır?
Halkın anlama seviyesini aşan ince bahislerden dem
vurulmamalı. “İnsanlara düşünce seviyelerine göre konuşunuz” sözüne uyarak
çoğunlukla muhatabın hâli ve hususiyeti ile alâkalı olan sözler söylenmemeli;
bilâkis manası açık, anlaşılması kolay öğütler söylemeliler. Çünkü
dinleyicilerin çoğunda anlama kabiliyeti olmayacağı için nefs-i nâtıkaları ve
zihinleri meçhulü malûm hâle getirme cihetine yönelmeyip yüz çevirirler. Böylece
insandaki hayvanî ruhun içe yönelmesine sebep olacağından uyuklama hâli hâsıl
olur. Kafa karışıklığına gelince, avamdan olan Müslümanlara yakışan “Allah bir,
Peygamber hak” dedikten sonra bu söz üzere durup beş vakit namazını kılsın.
Ramazan’da orucunu tutsun. Zengin ise zekâtını versin, hacca varsın, yalan
söylemesin. Kimsenin canına ve malına zarar vermesin, doğruluk üzere olsun.
Bunun dışında maişeti, işi gücü ve kazancı ne ise onu görsün. Vaaz dinleyecekse
haftada bir kere Cuma günü dinlemesi kifayet eder. Onda da anladığı kadarıyla
kanaat etsin. “Falan kişi böyle dedi”, “filan mesele böyleymiş” diyerek üzerine
düşmeyen sözler söylemesin, cahilken ilim bahsi etmesin.
Son olarak ilim yolunda olan genç kardeşlerimize ne gibi
tavsiyeleriniz olur?
İlim tahsili yolunda bulunan kabiliyetli şahıslar, ön
bilgileri elde ettikten sonra meselelerin metinlerini İslâm akaidine göre zapt
ederler. Sonra umumî esasa dayanarak teferruata hâkim olurlar. Bir ilmi
mükemmel olarak tamamlamadan diğer ilme geçmesinler. Kendisinin kazanç ve geçim
yolu nedir, buna dikkat edip ona muvafık ilimleri tahsil etsinler. Şayet
vakitleri varsa diğer ilim dallarını da tahsil edebilirler. Tahsillerini
tamamlamadan birtakım makamlara talip olmasınlar. Mümkünse geçimini başka
yerden temin etsinler. Ehl-i sünnet akaidini sağlam bir şekilde elde edip
Kur’ân, sünnet ve icmâ-ı ümmet kalesine girsinler. Ayeti, hadisi, fakihlerin ve
velilerin sözlerini kendine ölçü edinsinler. Sonra filozofların kitaplarını,
kelâmcıların ve sûfîlerin sözlerini inceleyip “duru olanı al, bulanık olanı
bırak” sözü gereğince bunların her birinden sahih bir nazar ve fikir ifade
edeni kabul edip ondan istifade etsinler. Hiçbirisini inkâr ve reddetmeye,
taassup derdine düşmesinler. İlim yolundaki
bir talebe kötü ahlâktan temizlenmeli, tembelliği bırakıp gece uyanık kalmayı
tercih etmeli, öğrenmede hayatının sonuna kadar sebat etmeli, kendisine
dünyayla ilgilenmeyen bir hoca bulmalı, amaca uzak ve yakın olması konusunda
ilimlerin derecelerini gözetmelidir. Şurası açıktır ki bir kişinin tek bir ilmi
tamamen öğrenmesi mümkün değildir; fakat Allah dileyeni doğru yola iletir.
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder