Ahmet Hamdi Tanpınar. Türk
edebiyatının nadide şahsiyetlerinden biri. Sadece eserleriyle değil,
edebiyatımız üzerine yaptığı tetkikleriyle de bugün hala geçerliliğini koruyan
tesbitlere imza atmış bir mütefekkir. Tanpınar’ın münevver bir tarafı da olduğu
için onunla oturup her konu hakkında konuşmak ve ondan istifade etmek mümkünse
de biz, onun öne çıkan fikirlerini göz önünde tutarak onunla edebiyat hakkında
söyleşi yapmaya karar kıldık. Nitekim çok ufuk açıcı bir röportaj oldu. Şunu da
belirtmemiz iktiza eder ki bizim soracağımız soru, üstadın ise söyleyecek çok
sözü olmasına rağmen, lüzumundan fazla uzun bir röportaj yayınlamamak adına
aklımızdaki bütün sualleri röportaja dâhil etmedik. Sözü daha fazla uzatmadan
sizi hazırladığımız metinle baş başa bırakalım.[1]
Genel olarak edebiyattan başlayalım istiyorum. Bir edebiyat nelerden
teşekkül eder?
Her zaman müstakil şaheser vücuda
gelmez. Hatta milletlerin hayatında yaratmanın kendisine mahsus bir ritmi
vardır. Belki bu ritmi hususî şartlarda tacil edilir. Fakat ne olsa, kısır
devirler, velut devirler kadar çoktur. Bugün bir edebiyatı asıl yapan şeyler,
biyografiler, monografiler, velhasıl cemiyetin kendisini bilmek için sarf
ettiği gayretin mahsulü olan ikinci derecede eserlerdir. Ve bu cins
mahsullerdir ki, dehanın gelip geniş terkibini yapabilmesi için lazımolan muhit
ve malzemeyi hazırlarlar. Onun vasatını teşkil ederler. Başka memleketlerde her
edebi nesil işe mazi hakkındaki görüşünü, onu anlayış tarzını tesbit etmekle
başlar.
Millî bir edebiyata doğru nasıl gidebiliriz?
Bir kere kendimizi bilmeğe,
kendimizi tanımağa ve sevmeğe başlayalım. O zaman milli edebiyat dediğimiz
muammanın kendiliğinden halledildiğini göreceğiz. Çünkü o zaman okuduğumuz kitapların
kendi ağzımızdan ve haberimiz olmadan konuşmasından kurtulacağız, onun yerine
bütün bir mazi, yenileşmiş bir an'ane ve mahpus, gayr-ı şuurda kalmış
temayülleriyle çok müessir ve derin iştiyaklarıyla, sıcak ve kanlı realitesi
ile bütün bir hayat konuşmağa başlayacaktır. Bir tek tesellim bugünkü
edebiyatın dağınık manzarası içinde bu hedefe yavaş fakat çok emin bir tarzda
gidenlerin mevcudiyetini bilmektir.
Şiir mevzusu üzerine sizden evvel Yahya Kemal üstadla bir söyleşimiz
oldu. Bundan dolayı size daha aktüel bir soru sormak istiyorum. Şiir ölüyor mu?
Şüphesiz ki yaşadığımız zamanın
sanata ve bilhassa şiire karşı aldığı hususi bir vaziyet, bir nevi düşmanlık
yoktur. Bununla beraber, asrımıza mahsus bir nevi rahatsızlık vardır ki,
etrafımızdaki havayı şiir için müsait bir iklim olmaktan çıkarıyor. Hareketin
lüzumuna ve hatta esas olduğuna inanılan bir devirde yaşamak ve bunu iyice
bilmekten gelen bir endişe ve rahatsızlık, bizzat sanatkârın da kendisine ve
sanatına olan imanını sarsıyor.
Dünya edebiyatı noktainazarından baktığımızda şiirin diğer türler kadar
popüler olmaması, yazıldığı dil açısından tamamıyla millî olmasından mı
kaynaklanmaktadır?
Şairlerin kendi zamanlarında vatanlarının
dışına çıkan şöhret kazanmaları, dünyaca tanınmaları, daima resim, mimari,
musiki, roman ve tiyatro gibi eser yaratanlardan güçtür. Bir roman, tek bir
tercüme ile on beş günde sahibini tanıtır. Beynelmilel sanat pazarında birkaç
senelik bir didinme, iki üç sergi veya müsabaka bir ressamı, bir heykeltraşı,
bir mimarı milletlerarası bir şöhret yapar. Fakat bir şairin bu şöhreti
kazanması imkânsızdır. Bazı şairler yaşadıkları devirlerde kendi dillerinin
hudutlarını aşmışsa, bunun kerameti yazdıkları dilin tanınmasındadır. Mesela
asrımızda Rilke, Valery, T. S. Eliot için olduğu gibi. İyi yetişmiş her
Avrupalı Fransızca, İngilizce ve Almancadan hiç olmazsa ikisini bildiği için bu
şöhretlerin tesisi kabil olabilmiştir. Valery'nin İngilizce yazılmış bir kitabı
vardı. Rilke Fransızca - çok hususî şive ve edası olan - şiirler yazardı.
Eliot, kendisi her iki dili bilir. Her üçünün vatandaşları ise, tabii aydın. Ve
onun üstündeki seçkin tabaka, bu dillerin bütün güzelliklerine sahiptiler. Onun
içindir ki, bu şairlerin eserleri her tarafta bütün lezzetlerine varılarak
okunuyordu.
Gerçeği şu ki, entellektüel
Avrupa daha XVI ncı, hatta XV inci asırlardan beri bir tek aile gibi yaşamağa
alıştığı için, şiirde kolayca dünya ölçüsünde şöhret kurulabiliyor. Geçen asrın
başında Byron, Goethe ve Hugo'nun şöhretlerinin sebebi budur. Eskiden bizde de
böyle idi. Müslüman Şark entellektüel ve sanatkârları, bir aile olarak yaşardı.
Arapça, Farsça, bizim lehçede ve Çağataycada Türkçe, sanat ve fikir dünyasının
temeli idiler. Ben Musul'da, bir medresede Fuzulî Divanı ile Cezmi okutularak
Türkçe öğretildiğini gördüm. Onun için eski medeniyetin müşterek malı olan
şöhretlerimiz vardı.
Şiir geleneğimizi bilmeyen, nevzuhur şairlerimiz hakkında ne
düşünüyorsunuz?
Gençleri seviyorum. Onlarla vakıa
şiirin cevherinde anlaşamıyorum. Fakat sanatı ne olsa ciddiye almalarını, yeni
bir ifade tarzı aramalarını, keskin ve tahammülü dar zevklerini - bittabi
hepsinde değil - daha evvel söylenmiş olandan nefretlerini seviyorum. Fakat
şiirden, hem de gittikçe genişleyen bir zaviye ile uzaklaştıklarını gizlemek de
mümkün değil. Onlar, henüz şiirin bir söyleyiş tarzı olduğunu kabul etmek
istemiyorlar, hayatta olduğu gibi sanatta da yeninin sonu olamayacağını
düşünmüyorlar. İş yenilik bahsine girince bunun sonu gelmez. Mesele behemehal
yenide değil, genç, taze ve bakir olmaktadır. Gençleri seviyorum, fakat canım
şiir okumak isteyince Baki Efendi'yi açıyorum:
Nam ü nişane kalmadı fasl-ı
bahardan
Düştü çemende berk-i dıraht
itibardan
Madem yeri geldi, eski şiirimiz hakkındaki fikirlerinizi kısaca
istirham etsek nasıl olur?
Eski şiirimiz bir estetiğin
emrinde olan bir üsluptu. Her üslup gibi onun sıkı kaideleri, kolaylıkları ve
güçlükleri, tehlike ve emniyetleri, uzak ve yakın hedefleri vardı ve yine her
üslupta olduğu gibi arkasında dayandığı bir hayat anlayışı ve bir zevk vardı. Cemiyetimiz
bu hayat telakkisinin ve bu zevkin yavaş yavaş parçalanışını, inhilalini ve
ondan evvel de oldukça uzun süren bir tereddisini gördü. Fakat bu iflas eski
şiirimizin aleyhinde olmadı. Vakıa mazi ile her an yapmakta olduğumuz geniş
muhasebede bu şiirin de mühim bir tarafını attık; fakat elimizde zamanın çetin
imtihanını vermiş birçok eser kaldı. İşte eski şiir hakkında hüküm vermek lazım
geldiği zaman asıl düşünülmesi lazım gelen bu attıklarımız değil, değişen bir
zevk ve anlayışa, dildeki bütün bir tasfiye ve tekâmüle rağmen, bize hala
kendilerini bir mükemmeliyet örneği gibi kabul ettiren mısralar ve beyitlerdir.
Bize düşen şey, umumi mülâhazaları bir tarafa bırakıp, altı asır süren bir
tecrübenin bu asil mahsullerinden alabileceğimizi almaktır.
Eski şiiri bütün bir nesil yeni
baştan sevmeğe başladı. Bu kavs-i kuzah renkli çembere her gün dışarıdan yeni
bir nüfuz oluyor. Hiç bir şey bizi sanat meselelerinde bu kadar fazla
sevindiremez. Çünkü onu sevmek ve anlamak, gelecek zaman için beklenilen bir Rönesans’ın
ilk müjdesidir.
Romana geçersek, beynelmilel kabul gören bir Türk romanından söz
edebilir miyiz?
Evvelâ bu sualin iyi anlaşılması
lâzım. Şüphesiz ki, bir Türk romanı vardır ve hem de kendi cemiyetimiz içinde
kalmakla beraber, oldukça geniş bir okuyucu kalabalığına hitap eder; hatta bu
okuyucu kalabalığıyla bu romanın yazıcıları arasında karşılıklı bir tesir bile
vardır. Bununla beraber, garp dillerinden birini bilen, yabancı ülkelerde bu
sanatın verdiği iyi örnekleri okuyan ve hayat üzerinde az çok fikir sahibi olan
okur - yazarlarımızın büyük bir zevkle tattığı bir romanı henüz yoktur. Bunun
gibi müşterek vasıfları cemiyet ve hayatımızla Türk insanı ve onun
meseleleriyle olan alakasından gelen ve beraberinde taşıdığı hava ile birbirine
en uzak numunelerinde bile bir bütünlük gösteren bir Türk romanı yoktur.
Münferit eserlerin hepimizi zaman zaman tatmin etmiş güzelliklerini bir kenara
bırakarak umumi bir bakışla, bizde bu sanatı görmeğe çalışanlar, bu yokluğu pek
kolay reddedemezler.
Roman konusunda başarılı olamayışımızın bir sebebini, bir nesir dili
inşa etmemiş olmamıza bağlayabilir miyiz?
Bizde roman meselesi bizi ister
istemez Türk nesrinin mazisine götürür. Vakıa bir Evliya Çelebi, bir Naima, bir
Peçevî Türkçede yetişmiştir. Bunlar herhangi bir dilde büyük kudretler gibi
tanılabilecek muharrirlerdir. Bazen bu kudret, Baki'nin Levayih-i hamidiyye ve Nedim'in Sahaifü’l-ahbar
tercümelerindeki yazılı ve bol imkânlı olgunluğa bile erişmiştir. Fakat bütün
bu örnekler hiçbir suretle nesilden nesle muntazam bir şekilde ilerlemiş bir
Türk nesrinin mevcut olduğunu bize kabul ettiremez. Hakikatte eskiler ya
konuşurlar yahut da yazarlardı. Ve her ikisinde de başka başka adamlardı.
Yazdıkları zaman daha ziyade göz için bir lezzet, bir cümbüş hazırlamağa çalışıyorlardı.
Büyük münşi tanınmış herhangi bir muharririmizin yazdığı bir sahifeyi,
cümlelerin ritmine, diğer dillerden iktibaslara, zikrettiği ayet ve hadislere
ve nihayet tavsif için kullanılmış tabirlere iyice dikkat ederek okuyunuz,
sahifeyi cümle cümle, ayrı ayrı renklerle süslü ve yer yer yaldıza boğulmuş
görürsünüz. Daha sade yazdıkları zaman ise, sadece konuşurlardı. Her iki
şeklinde de düşünceyi, eşyayı, hayat şekillerini ve arızalarını içine almağa
azmetmiş mantıkî bir nesir dilinden uzaktı.
Bizde tenkitin dünü ve bugünü için ne söylersiniz?
Eski edebiyatımızın en büyük
zaafı - İran edebiyatı için de böyledir – tenkit fikrini· ikinci, üçüncü
dereceye almış olmasındadır. Şüphesiz eskiler de tenkit ediyorlardı. Bu meleke
insanlık kadar değilse bile yaratma kadar eskidir. Fakat bizdeki tenkit daima
şifahi kalmış ve bazı teknik dikkatlerin ötesine geçememiştir. Felsefede,
teolojide, tasavvufta yani bir sistemin bulunduğu her yerde zaruri olarak
mevcut olan tenkit sanatla bazen bir kültürün devamı boyunca iptidaî şeklinde
kalabilir. Bizde de böyle oldu. Sadece tekniğe inhisar etti. Bu dikkatlerin
gerçekten kaideci olan ve ilhamı en geniş ve asil manasında bir nevi imtihan
şeklinde kabul eden bir edebiyattaki ehemmiyeti kendiliğinden takdir
olunabilir. Birçok tezkireler, şairlerin kendi aralarında yaptıkları bu cinsten
tenkitlerin bazı örneklerini verir. Hele Aşık Çelebi bize çağdaşlarının birçok
hükümlerini nakletmiştir. Birer fıkra mahiyetinde kalmalarına rağmen, bu
dikkatler bize sadece eskilerin konuşmak zevki hakkında fikir vermekle
kalmazlar, ne kadar dar hudutların içinde, ne ince bir anlayışla çalıştıklarını
gösterirler. Bunun dışında yazılmış olarak tenkit, an'anenin büyük kıymet
hükümlerini taşıyan ve hemen her eserde tesadüf edilen fikirlerden, kısa ve
kesin cümlelerden ibarettir.
Avrupa fikir ve sanat âlemi ile
temastan sonra memleketimize gelen nevilerden biri de tenkittir. Fakat bu geliş
hiç birisine benzemedi. Çünkü öbür neviler, mesela tiyatro, roman, hikâye ve
hatta modern şiir, az çok dram muharriri, romancı ilh. ile yani kendilerini
vücuda getiren sanatkârlarıyla beraber geldiler. Hâlbuki tenkit, münekkitsiz
geldi. Onu edebiyatımızda bazı ufak tefek numuneleriyle, bazı işaret ve
remizleriyle gördük, hatta çok muvaffak olmuş bazı eserler bile verdi. Hatta bu
eserlerin bir iki sanat veya nevin üzerinde ciddi birtakım tesirler bile
yaptığı oldu. Fakat aramızda münekkit diyeceğimiz muharrir henüz yetişmedi. Ve
bence bugünkü edebiyatımızın enbüyük zaaflarından biri de budur.
Üstadım, edebiyatımızdan konuşmuşken dilimizden bahsetmemek olmaz. Dilimizin
fakir kalışının sebeplerini nerede aramalıyız sizce?
Dilimizin fakir kalmasının
başlıca sebebi, tercümenin yokluğudur. Bir dil küçülüp darlaşabilir. Nitekim
son zamanlarda Türkçe öyle olmuştur. Bunu genişletmek, Avrupalı bir dil
seviyesine çıkarmak ancak Avrupalı kültürü ona boşaltmakla kabildir. Edebiyatımızdaki
kan zaafı yeni yetişenlerimizin ana dilinde lâyıkıyla beslenmemelerinden değil
midir? Hiç bir terbiye ve tahsil ilk çağların mütalaaları kadar bize tesir
etmez. En velut okuma devri on beşle yirmi arasında olan devirdir, çünkü o
zaman okunan şeyler sadece zihni bir ihtiyacı tatmin etmezler, bütün şahsiyeti
beslerler. Muhayyilemizin, hislerimizin, tefekkür kabiliyetimizin dereceleri bu
ilk okumalara bağlanır. On beş yirmi yaş arasındaki gençlerimize bu tercüme
noksanlığı yüzünden faydalı olacak kitap, memlekette azdır. Birkaç ikinci
derece Fransız romancısının eseriyle, bir iki yerli hikâye ile beş on vodville
genç bir neslin bedii terbiyesi yapılamaz. Hatta ihmal dahi edilmiş olmaz,
sadece bozulur.
Değerli fikirlerinizi
bizlerle paylaştığınız için teşekkür ederiz.
[1] Bu
“hayalî“ röportaj metni Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Edebiyat Üzerine Makaleler”
adlı kitabından iktibaslar yapılarak oluşturulmuştur.
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder