Zenbilli Ali Efendilerin, İbn Kemallerin, Ebussuud
Efendilerin yaşadığı XVI.asır, Osmanlı kültür hayatının en yoğun ve en zengin
dönemlerindendir. Bu devrin büyük isimlerinden birisi de Kınalızâde Ali
Çelebi’dir. İlmî ve edebî şahsiyetinin yanı sıra ahlâkî şahsiyetiyle de bir
yıldız gibi parlayan bu büyük insan 40’a yakın eser bırakmıştır. Bu eserleri
arasında en önemlisi ve belki de ona asıl şöhretini kazandıran eseri Ahlâk-ı Alâî’dir. Biz de Türk-İslâm
literatüründe ahlâk mevzubahis olunca akla ilk gelen eseri kaleme alan zat-ı
şahaneleriyle ahlâk üzerine röportaj yapalım dedik. Umarız ki bu söyleşimiz
kitaplarına karşı alâka uyanmasına vesile olur.[1]
Üstadım, hiç şüphesiz
amelî hikmetle ilgili eserler yazan en büyük mütefekkirlerimizden birisiniz.
Lâkin günümüz insanının bu tür konulara uzak olduğu gerçeğini göz önünde
bulundurarak evvelâ “amelî hikmet”i tarif buyurmanızı istirham etsek.
Hikmetin meşhur bir tarifi şöyledir: Hikmet, haricî
varlıkları ilk planda ne halde ise, o hal üzere bilmektir. Bu tarif amelin
kendine şâmil değildir. Yine bu tarif, genel olarak doğruya yakındır ve
makbuldür. Fakat bazı filozoflar hikmeti daha da umumîleştirerek şöyle tarif
etmişlerdir: Hikmet, insan nefsinde ilim
ve amelin meydana gelmesi ve insan nefsinin bu iki yönden kemâl mertebesine
ulaşmasıdır. Nitekim Hoca Nâsırî Ahlâk-ı
Nasırî'de hikmeti şöyle tarif etmiştir: Hikmet, eşyayı lâyık ne ise öyle
bilmektir; ef’âli lâyık ne ise öyle kılmaktır.
Hikmetin tarifinde “haricî varlıkları bilmek” ifadesi
geçmişti. Bu da temelde iki kısımdır. Birincisi; onun varlığında bizim güç ve
irademizin asla müdahalesi yoktur. Yer, gök, şahıslar, insan ve hayvan gibi.
İkincisi; varlığında bizim güç ve irademizin müdahalesi vardır ve bu müdahale
olmayınca o meydana gelmez. Bizden meydana gelen fiiller, hareketler ve ameller
gibi. O halde hikmetle ilgili olan haricî varlıkların iki kısma ayrılması ile
hikmet de ikiye ayrılır. Birincisi; Bizim güç ve irademizin tesiri olmayan
haricî varlıklardan bahseder. Buna “nazarî hikmet” denir. Zira bunu elde
etmenin yolu tetkik ve incelemeye bağlıdır. İkincisi; bizim güç ve irademizin
de tesiri muhakkak olan ve onlarsız meydana gelmeyen haricî varlıklardan
bahseder ki, buna da “amelî hikmet” denir. Amelin nasıllığından bahsettiği için
amele nispet ederler. O halde amelî hikmet bir ilimdir ki bunda fertlerin fiil
ve amellerinden ve insan nefsinden bahsolunur.
Bahsettiğiniz amelî
ve nazarî hikmeti elde etmek insana ne kazandırır?
İnsan nazarî hikmetle hak itikada sahip olur. Kendini uygun
ilimlerle süsler, batıl itikatlarla her türlü cehaletten sıyrıldıktan sonra
ameli hikmeti de elde ederek, güzel ahlâk ile iyi huyları geniş ölçüde bilir. Adi
ve kötü huylardan sıyrılır, dünyada iyi ahlâk sahibi olup, dünya işlerini en
güzel yollarla yapar. Ahirette de şerefli bir yere ulaşır, yüksek zatların
arasına kavuşarak yüksek saadete ve engin sevaba nail olur. “Onlar, Hak
meclisinde ve kudret sahibi, mülkü çok yüce olan Allah’ın yanındadırlar”[2]
Gözün göremediği, kulağın işitemediği, beşer kalbinin hissedemediği yüksek
mertebelere ulaşırlar.
Varlıkları ve hakikatları tanımak, eşyanın mahiyetini ilimle
bilmektir ki, şahsa dünyada kemal, ahirette hakikî saadettir. Zira insan zekâsı
bütün haricî varlıkları ve eşyanın mahiyetini doğru yollar ve açık delillerle
bilir, sonra da idrak safhasında kesin bir tasdik hâsıl olursa, o zaman Cenab-ı
Hakk'ın sıfatları, doğru hükümler, mücerret akıllar, temiz ruhlar, gezegenler,
bütün felekler, yürüyen ve sabit kalan yıldızlar, basit unsurlar; maden, nebat
ve hayvan sınıflarını içine alan üç terkip, ruh ve cesetten meydana gelen insan
hakkında düzenli bir fikre, yakın bir inanca sahip olarak, dünyada
olgunlukların zirvesine, ahirette ise doğru inancın temin ettiği hakikî saadete
ulaşır. Ayrıca bedenin gizli örtülerini yararak bu yolla varlığı hakkında sahip
olacağı bilgi ona muazzam bir sevinç, büyük bir sürür verir. Bu mertebedeki
kişiyi vasfetmeye dil ve kalem yetmez. Arifleri beyan edenler onu açıklamaktan
aciz kalırlar. Hak Teala'nın: “Bu, Allah’ın bir fazlıdır ki, dilediğine verir”[3]
ayeti bunu anlatır. Bu öyle aklî bir lezzettir ki, hekimler bunu ispat edip,
cismanî lezzetlerden daha yüksek olduğu sonucuna ulaşmışlardır.
Bu noktada ahlâk ilmi
devreye giriyor.
Ahlâkı güzelleştirmekte en önemli vasıta ahlâk ilmidir. Bu
ilme “tıbb-ı rûhânî” ilmi demişlerdir. Zira doktor insan bedeninin, beşerin
cisminin sağlığını korumak ve bozulan sıhhatini getirmek için gayret eder.
Ahlâk ilmini elde eden kişinin gayreti de bunun gibidir. İnsan ruhundaki mevcut
faziletleri bâkî kılmak, elde edilmemiş faziletleri kazanmak. Doktorluk ilmi,
tıbbî tedbirlerde ve ilâçlarda tabiî fiillerden faydalanmaya, ona uymaya
çalışır. Fen bilginlerince bu bellidir. Ruh doktorluğu içinde durum aynıdır.
Gerektir ki, vasıtaları sıralamak ve ahlâkı güzelleştirmek yolunda adaletli
davranmak ve tabiatı üstad olarak kabul edip ona uymak gerekir. Ruhen sıhhat
isteyen kişi ruhun şu üç kuvvetine bir tertip üzere bakmalıdır: İlkönce şehvet
kuvvetinin fazileti olan “iffete”, ikinci olarak gazap kuvvetinin fazileti olan
“şecaate”, üçüncü olarak temyiz ve idrak kuvvetinin fazileti olan “hikmete”
yönelmelidir. Eğer bunların her birine sahipse, yani iffetli, fecî ve hikmet
sahibi ise, Hak Tealâ’nın bu vergisine karşı müteşekkir olarak devamlı bir
şükür içinde olmalı. Bu faziletleri devamlı olarak korumanın çarelerini
düşünmelidir. Eğer bunlara sahip değilse, her birini tertip üzere kazanır.
Ruhunun eksik olan faziletlerini tamamlamaya çalışır. İlkönce şehvet kuvvetini
terbiyeye yönelir. Bu sahada vasat ve itidal ile sıfatlanmaya çalışarak iffeti
kazanır ve onu korumaya yönelir. Eğer itidalden sapmış durumda ise vasata
dönmek için gayret eder. İkinci olarak, gazap kuvvetine bakar. Eğer tehevvür ve
korkaklıktan vasatı bulmuş ise, şecaat denen şerefli fazileti kazanmış olur. Bu
iki fazileti kazandıktan ve ruhunun cevherini bütün noksanlıklardan temizleyip,
kemâle tebdil ettikten sonra, hikmet faziletine yönelir. Cerbeze ve belâdetten
uzaklaşır. Bunun için de kâinata bakışın ölçülerini kazandıran ilme koşar.
Hülâsa ahlâk ilminin faydası, önce nefis her huydan ari ise,
bu ilimle güzel ahlâk kazanılır. Çirkin ahlâk yerleşmişse, bu silinip güzel
ahlâkla değiştirilir. Eğer nefis, yaratılışında iyi ahlâk ve fazilet üzerinde
ise; bu güzel huylar devam ettirilir, tamamlanır ve geliştirilir.
Huy değişir mi ki?
Bu hususta hükemadan üç görüş zikredilir. Birinci görüşe
göre huyun değiştirilmesi mümkün değildir. Kişinin benliğinde meydana gelen huy
asla değişmez. Zira huy doğuşla ilgilidir. Bu da haricî müdahalelerden
müteessir olmaz ve yerinden sökülüp atılmaz. İkinci görüşe göre huy iki
nevidir. Birisi, tabiîdir. Yani asıl hilkatte mevcuttur ki, bunun
değiştirilmesi mümkün değildir. Diğeri ise, anlaşma ve alışkanlıklarla
kazanılan huydur ki, bunun değiştirilmesi mümkündür. Üçüncü görüşe göre ahlâkın
değişmesi mümkündür. Zira hiçbir huy tabiî değildir. Aksine haricî sebeplerle
hâsıl olur. İslâm bilginlerinin hepsi ve filozofların çoğu bu yolu doğru bulup
tercih etmişlerdir. Bu görüş, saydığımız üç görüşün en doğrusu, en üstünüdür.
Peygamberlerin insanları din üzerine davetleri bu görüşe bağlı, tarikat
şeyhlerinin ve bilginlerin terbiye çalışmaları bu yol üzere câridir.
Bazı huyların değişmesinin mümkün olamayacağının ileri
sürülmesi, ahlâk ilmine muhtaç olunmayı engelleyemez. Nitekim tıp ilmine
ihtiyaç duymak için her hastalığın tedavisinin mümkün olması gerekmez. Zira
bazı hastalıkların ilâç kabul etmediği ve tedavi ile iyileşmeyeceğinde ittifak
edilmiştir. Bununla beraber bu nevi hastalıklar dahi tıp ilminin konusuna girer
ve tıp ilmine ihtiyaç gereklidir. İşte bunun gibi ahlâk ilmine ihtiyaç
duyulduğu muhakkaktır. Filozoflar ve bilginler bunu doğrulamışlardır. Bazı
ahlâk, değişmese bile ona muhtaç olunmaya engel değildir. Zira bazı ahlâkın
değişmeye imkân oluşu bu ihtiyacı belirtmeye ve kabul etmeye yeter.
O zaman ahlâkını güzelleştirmek
isteyen kişinin önce ahlâk ilminin ne olduğunu, neleri konu edindiğini vs.
öğrenmesi gerekiyor, öyle mi?
Bir ilmin konusunu öğrenen insan, yani bir ilmin neden
bahsettiğini bilen insan, o ilmin elde edilmesinde uyanıklık ve dikkat
üzeredir. Meselâ ahlâk ilmini, insan ruhundan bahsetmesi cihetiyle tasavvur
eylese, bu hususta tam bir basiret üzere olur. Hatta her meseleyi anlar ve
düşünür. Eğer insan, ahlâkından bahsediyorsa elde etmek istediği ilim olduğunu
bilir, öğrenmeye koyulur. Şayet bunun aksi ise, istediğinin dışında olduğunu
anlar ve öğrenmekten döner. Hayır ve saadet arayanın iyi ahlâk ve faydalı
işleri bilmesi, çirkin ahlâkı ve kötü işleri öğrenmesi gerek ki, ruh aynası
temizlikle cilâlansın, pis işlerden uzaklaşsın. Zira şerri hayırdan ayırt
edemeyen kişi onun kucağına düşer. Bu husus daha çok genişletilebilir.
Şöyle de bir soru
geldi aklıma. Kötü huylarımızı ya da ahlâkımızı düzeltmenin yanında, iyi olan
taraflarımızı da muhafaza etmemiz icap ediyor. Bunun için yapmamız gereken
nedir?
Ruhun sıhhatini korumada en büyük sebeplerden biri şudur:
Devamlı olarak nefsine güzel amelleri yüklemek, taşımak, güzel işleri tahsil ve
ikmal edip bu hususta asla ihmalci ve tembel davranmamaktır. Tıpkı doktorların,
vücudun gelişmesi için bazı uzuvlara yapacağı hareketi gösterdikten sonra,
egzersiz tavsiye etmeleri gibi ki, bu sürekli hareketler o uzuvları mutlaka
geliştiriyor. Sıhhate zararlı kilo artışlarını, şişkinliklerini önlüyor.
Mukavemeti artırıyor. Eskiler buna “riyâzât-ı bedeniyye” derlerdi. Ruhî egzersizler,
alıştırma ve telkinler de tıpkı beden gibidir. Bunun terk ve ihmali, tembellik,
ruhî zayıflık, iradesizlik gibi acı durumları doğurur. Kişiye gam, keder ve
belâ getirir. Anlayış, duygululuk, hassasiyet ve istidatlar kaybolur. Tembellik
sebebiyle kişi saadet vasıtalarını ihmal sonunda mesut bir hayatın direklerini
yıkmış olur. Neticede öyle bir hale düşer ki, dünya denilen şu âlemde insanlık
şerefini ayakta tutan prensiplerden soyunup, hayvanî bir yaşayışa yönelmiş
olur. Dikkatli ve uyanık olmalı... Fazileti elde etmek için fırsatı
kaçırmamalı, zamanı geçirmemeli. Yoksa fırsatlar kaçırıldıktan sonra fazilete
hasretle içte duyulacak pişmanlık hiçbir fayda sağlamaz.
Ayrıca faziletli olmak ve sahip olduğu iyi ahlâkı korumak
isteyen kişi kendisi gibi fazileti kazanmış, aşağılatıcı ayıplardan arınmış
kimselerle ilişki kurmalı, böyleleriyle dostluk ve arkadaşlık kurarak meclis ve
sohbetlerinde bulunmalı. Çirkin huylara sahip, aşağılatın ayıplarla dolu,
fazileti kazanmamış kimselerden yakıcı ateşten kaçar gibi kaçmalıdır. Çünkü
arkadaşlarının huylarını kapmak insan ruhunun özelliğindendir. İnsanın
tabiatında, sohbetinde bulunduğu kişilerin huylarını kapma özelliği çok
kuvvetlidir: Derler ki, “Kişiyi kendisinden değil, arkadaşından sor.”
Arkadaşlık etmesek de
bazı ortamlarda mecburen kulak misafiri oluyoruz ama. Hatta twitter’dan falan
da çirkin şeyler okuduğumuz oluyor.
Şerli insanlarla arkadaşlık etmekten nasıl kaçınmak lâzımsa,
sadece onları dinlemekten de kaçınmalı. Bilhassa fuhş olacak sözleri söyleyen,
maskaralık yapan, sarhoş olmuş olan, Müslümanlarla alay eden, bunların
ayıplarını sayıp döken kimseleri dinlememek lâzımdır. Fazileti isteyen,
rezîletten kaçanlar için bu şarttır. Zira böyle şerli kişilerden dinlenilen
bazı sözler insanda öyle kötü fikirler bırakır ki, bunları gidermek için uzun
bir zamanın geçmesi gerekir ve dinlenilen kötü fikirli sözler iyi kişileri
haram olan yollarda yaşamaya sürükler. Hatta kötü fikirli kimselerden
dinlenilen bu sözler, propagandalar o kadar şiddetli olur ki, basiretli
bilginlerle, iyi yolda yürüyen bazı kimselerin bile doğru yoldan kaymalarına
sebep olur. Kalbin çoğunlukla hücumuna uğrayan hissî bakışların menfî
tesirinden kurtulmak lâzımdır. Fıkıh kitaplarında belirtilen “Sarhoş nağmeleri
dinlemek mekruhtur” hükmünün hikmeti budur. Kişiyi süfliyata, adiliğe,
rezîletlere teşvik eden ses ve nağmelerin dinlenilmesinin İslâm şeriatında
yasaklanmasının sebeb-i hikmeti de budur. Zira gerçekten süflî duyguların
tahriki için söylenen sözler şiirler ve şarkılar şehvetin harama doğru yol
almasına sebep olabilir. İnsanda şehvetin var olduğu bir gerçektir. O halde
süflî duygularla harama sürüklenmek tehlikesi her zaman vardır ve şehvet
duygusu her zaman gözetilmeye muhtaçtır.
İyi ve kötü ahlâk
sahibi insanların evrendeki konumu nasıldır?
Kâinattaki mertebeler arasında insanın mertebesi orta
yerdedir. Hayır kazanarak en üst zirvelere ulaşır, heva ve hevesinin tabiatına
uyarak en aşağı mertebelere düşer. Zira mücerret ruh ile beden duyulabilen
unsurlardan meydana gelmiştir. Elbette ki iki taraf olan melekiyyet ve
hayvaniyyetten her biri onda mündemiçtir, düzenli olarak vardır. Eğer insan
melekiyyet yönünü tamamlayıp tashih ederek ve onu hayvaniyyet yönüne üstün
tutarsa melekten daha üstün ve sırf mücerretten daha mükemmel olur. Ama bunun
aksi olursa, yani bir insan hayvaniyyet tarafının istekleri peşinde koşar ve bu
tarafı melekiyyet tarafına üstün tutar, galip getirirse, hayvandan daha sefil
olur. “Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidir. Hattâ daha sapıktırlar” ayetinin
işaret ettiği kişiler arasına girerler. Zira hayvan akıl kuvvetinden ve
melekiyyet hassasından uzaktır. Bu sebeple hayvan sırf şehvet ve arzusunun
içinde kalırsa mazurdur. Ama insan bu mazerete sahip değildir. Onun elinde ona
yetecek kadar bir akıl ışığı vardır. Buna rağmen şehvet ve sapıklık ateşinde
yanmasında insanı mazur gösterecek hiçbir yön yoktur, olamaz da.
O halde manevî
mertebeler kazanmak için ne yapmalı?
Manevî mertebelere doğru yükselmek isteyenler halkın takdir
edemeyip Hakkın övdüğü zühd denilen büyük haslete tutunmalıdırlar. Zühd, dünya
hayatında yaşama sebeplerinden ve fânî lezzetlerden faydalanma hususunda zarurî
miktarla yetinip fuzulî hırsla dolu müreffeh ve şatafatlı yaşamaya iltifat
göstermemektir. Zühd enbiya ve evliya âdetidir. Hakikî saadetin sermayesi,
makamların pîri zühd ve kanaattir. Zühde tutunmayan ahiret yolcusuna saadet
hasıl olmaz. Zühd elbisesi ile giyinmeyen fazilet isteklisi, bir makama vasıl
olmaz. Resul-i Ekrem'in bildirdiğine göre dünyada zühdî hayat süreni Allah sever.
İnsanların ellerindekine göz dikmeden asalak bir hayattan uzaklaşanı insanlar
da sever.
Zühd deyince bizim
aklımıza nedense bir lokma bir hırka yoksul yaşamak geliyor.
Resul-i Ekrem İbni Ömer hazretlerine şöyle nasihat
etmişlerdi: “Dünyada bir garip gibi ol!” Bu nasihati alan sahabinin ne türlü
zühdî hayat yaşadığı âlemde meşhur ve âlimler arasında malûmdur. Bu zatın
ölünceye kadar arpa ekmeğinden bile doyuncaya kadar yemediği bilinmektedir.
Fakirliği “zarurî” değil “ihtiyârî” idi. Malını, mülkünü muhtaçlara ihsan ve
îsâr ederek, kendisi sade bir hayatı tercih eylemişti. Hulefa-yı raşidîn,
sahabe-i kiram ve tabiîn hep bu türlü zühdü kendilerine şiar edinmişlerdi.
Vakıa, Resûlullahın ashabından ve ümmetin evliyasından mal mülk edinen, zengin
olanlar olmuştur. Ne var ki mal ve mülke olan muhabbetleri kalplerinde karar
kılmamıştı, himmetleri bunun sevgisine tutulmamıştı. Bunlar mallarını Allah
yolunda çalışmaya vasıta kılmışlardır.
Sahabe-i kiram'dan mal ve mülkünün çokluğuyla tanınan
Abdurrahman ibn-i Avf hazretleri vefat ettiği zaman, hatunlarına seksener bin
dinar miras bırakmıştı. Lâkin, hayatı boyunca kalbi dünya hırsından âri idi.
Dünya sevgisinden azade olması öyle mertebeye varmıştı ki, şu olay bunu pek
güzel anlatır. Bir keresinde Ömer Faruk (R.A.)ın huzuruna gelerek: “Ey
müminlerin emiri! Şam tarafından bir kervanım gelmektedir. Seksen develik bu
kervanın her bir devesinde binlerce dinarlık yükler var. Hepsini Allah rızası
için sadaka eyledim, alın, zabtedin” demişti. Hazret-i Ömer bunun sebebini sorunca
şu cevabı verdi: “Bu gece teheccüd namazım kılarken hatırıma “acaba kervan
nereye geldi ve durumu nasıldır?” diye geldi. Cenab-ı Hakk’a olan teveccühümü
örten ve teheccüd namazında kalbime vesvese doğurtan bir malın mülkiyetim
altına girmekten çıkarılması gerektir.”
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder