Hocam, genel olarak
araştırmalarınız Nakşibendiyye tarikatı üzerine. Doktora tezinizde Hâcegân
ekolünü çalıştınız. Literatürümüzde bu tarikatın mensupları ya da sair kimseler
tarafından Nakşibendiyye üzerine yazılmış eserler diğer tarikatlara göre ne
durumdadır?
Nakşibendilik ile en temel
kaynaklardan bir tanesi Fahreddin Ali b. Hüseyin’in Reşâhât Aynü’l-hayât adlı
1500’lü yılların başında yazılan eserdir. Aslı Farsça olan bu eser Osmanlı
döneminde Türkçeye çevrilip basılmış. Reşâhât Yusuf Hemedânî’den başlar,
Hoca Ubeydullah Ahrâr’a kadar gelir, ondan sonraki nakşî şeyhlerinin
hayatlarını, menkıbelerini, sözlerini ihtiva eden muhtelif eserler olduğu gibi
bunun zeyli mahiyetinde Muhammed Hâşim Keşmî tarafından yazılan Nesamâtü’l-kuds
adlı bir kitap var. Kronolojik gidersek daha sonra Mektûbât-ı İmâm-ı
Rabbânî gelir.
Bizde Müstakimzâde’nin
Farsçadan bir çevirisi var.
Onun dili ağdalıdır. Bugünkü
neslin istifade edebileceği gibi değildir. O yüzden Mektûbât Arapçaya
çevrilmiş, piyasadaki tercümeler de Mektûbât’ın Arapçasından çevirme.
Doğrudan Farsçadan çeviren
niye yok hocam?
Çünkü Farsça bilen az, Arapça
bilen çok. Cumhuriyet dönemindeki tercümeler hep böyle. Onun Muhammed Masum’un
da bir Mektûbât’ı var. Kendisinden sonra gelen müceddidî kolundan
gelenlerin birçok eserleri var. Meselâ İmâm-ı Rabbanî’nin torunu olan Seyfeddin
Sirhindî’nin de bir cilt Mektûbât’ı var. Yine Hindistan’da yaşamış Mazhar
Cân-ı Cânân’ın bir Dîvân’ı var. Onun halifesi Abdullah Dehlevî’nin Makâmât-ı
Mazharî, Kelâmât-ı Mazharî gibi eserleri ve Mekâtîb-i Şerîfe gibi
mektupları var. İmâm-ı Rabbânî’den sonra özellikle Hindistan’daki nakşîlerde
mektupları toplama ve kitap hâline getirme geleneği başlamış. Daha önce böyle
bir şey yok. Meselâ tarikatın piri Bahâeddin Nakşibend’in mektupları elimizde
yok. Tarikatın eğitim usullerini anlatan kitaplar da yazılmış. Osmanlı
topraklarında yaşamış olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, Arapça konuşulan,
dolayısıyla müridlerinin Arap olduğu bir bölgede yaşadığı için nakşî
literatürünün hâlidî kolunda kaynaklar Arapça ve Osmanlıca olarak değişiyor.
Hindistan’da da Farsça terk edilip Urducaya dönülüyor. Nakşî silsilesinden
Anadolu’ya gelenler bilhassa Osmanlının son dönemlerinde Türkçe yazmışlar.
Meselâ Erzincanlı nakşîbendî-hâlidî şeyhi Terzi Baba’nın Türkçe Dîvân’ı
var. Esad Erbilî’nin de Dîvân’ı var. Gümüşhanevî’nin de eserleri kısmen
Arapça kısmen Türkçedir.
Elimizde bir istatistik yok
fakat günümüzde en çok mensubu bulunan tarikat Nakşibendiyye olarak görünüyor.
Bunu neye bağlayabiliriz? Yolun günümüz insanına hitap eden bir özelliği mi var
ya da nakşî mürşidlerin irşad yönteminde bir farklılık mı söz konusu?
Sadece günümüzde değil, Osmanlının
son dönemlerinde de böyle. Hüseyin Vassaf bunu Sefîne-i Evliyâ’sında
söyler. Osmanlının gelişme dönemlerinde hâlvetîler, kadirîler daha çok gibi
görülüyor. Son dönemlerde nakşîlerdeki bu artış, Hâlid-i Bağdâdî’nin Anadolu’ya
çok sayıda halifeler ve vekiller göndermesiyle izah edilebilir. Ayrıca bu kolda
medreselerle ortak çalışma anlayışı vardır. İlme, ulemaya çok önem verilmiş.
Doğuda medresenin hocası aynı zamanda şeyh olabiliyor. Bunun yanı sıra
Osmanlının son dönemlerinde dinî kurallara pek de riayet etmeyen ya da gevşeyen
tarikatlar olmuş. Nakşibendilik dinî kurallara bağlılığı ile ön plana çıktığı
için devlet de nakşibendileri desteklemiş.
Hocam nakşîlerde bugün birisi
vekil aracılığıyla el alarak şeyhle görüşmeden tarikata intisap edebiliyor. Bir
nakşî şeyhinin 10 bin müridi olabiliyor. Bu şekilde irşad faaliyeti nasıl yürüyor?
Vekiller aracılığıyla yürütmeye
çalışıyorlar. Tabii ki sıkıntılar da ortaya çıkıyor. Vekil tam anlamıyla
yetişmemiş olabilir. Osmanlıda bu kadar değil, bir dergâhın mürid sayısı 100’ü
bulmuyor. 100 bin müridi olan bir şeyhin her bir müridiyle ayrı ayrı
ilgilenmesi, derslerini değiştirmesi, sohbet etmesi mümkün değil. Ne oluyor;
dergi çıkartıyorlar, şeyhin sohbetleri televizyona veya internete veriliyor.
Şeyhin olmadığı bölgedeki vekil, tasavvufî eğitimle ilgili işleri iyi biliyorsa
sorunsuz yürür ama yetkinliği tartışmalıysa sorunlar çıkıyor. Yıllar önce
Çekmeköy’de bir berbere gittim. Saçımı keserken arkadaşına anlatıyor: “Bir
tarikat sohbetine başladım. Devam etmek için iki şart varmış. Birincisi ayağa
mest giymek, ikincisi yabancı sigara yasak. Sigara işi kolay Marlboro
içmeyiveririz ama mest işi zor çünkü konu komşu bu yaşta ayağına dede gibi mest
giymişsin der”. İmâm-ı Gazzâlî, Mevlânâ, Abdulkadir Geylânî gibi isimleri
zikredince büyük fikirler aklımıza geliyor ama o berberin mahallesindeki vekil,
yani tavşanın suyunun suyu olan kişi, tasavvufu daha kendisi anlamamış.
Tasavvuf bu değil fakat hiyerarşide aşağı indikçe işlerde aksamalar başlıyor.
Sayısal çokluğun bu yönüyle eğitim problemi var. On binlerce müridi olan
tarikatlardaki küçük bir halka olur, bunlar tam anlamıyla müriddir, diğerleri
muhib, yani sempatizandır. Yalnız şöyle bakmak lâzım. Muhib olan kişi haftada
bir defa sohbet dinler, tarikatın diğer müntesipleriyle çay içer, kendini bir
gruba ait hissedip haramlardan kaçınır. Fitne asrında bu bile bir başarı, bir
hizmettir. On binlerce müridin hepsi evliya olacak diye bir şart yok.
Tarikat cemaate dönüşüyor
yani.
Halkanın dışına gittikçe tarikat,
cemaate dönüşmeye başlar ama başta icazetli bir şeyh varsa biz buna yine
tarikat diyoruz. Bazı yapılarda ise şeyh efendi vefat ediyor ve yerine kimseyi
bırakmıyor ama cemaat bizim Kur’ân kurslarımız, vakıflarımız, okullarımız var;
içimizden birisini öne çıkartalım, hizmetlerimize devam edelim diyorlar. O
artık tarikat olmaktan çıkıp tam bir dinî cemaat oluyor. Adı ister tarikat,
ister cemaat olsun; topluma, fakir fukaraya hizmet ediyorsa Allah razı olsun
diyoruz ama bu yeni bir şey. Tasavvuf tarihinde böyle bir şey yok ama. Normalde
bir şeyh yerine kimseyi bırakmaz ise müridler kendilerine gerçek bir mürid
bulurlar ve kaldıkları yerden tasavvufî eğitimlerine devam ederlerdi. İçimizden
birini ittirelim ve şeyh diyelim, şeyh kelimesini kabul etmezse başka bir şey
diyelim zihniyeti yoktu.
Hocam müsaadenizle biraz İmâm-ı
Rabbânî üzerinden gidelim. İmâm-ı Rabbânî’yi okurken bir İbn Arabî yahut
Dâvûd-ı Kayserî gibi okunması zor metinlerle karşılaşmıyoruz. Onun gayesi ve
misyonu göz önüne alınarak diğer büyük sûfîlere nazaran daha sade yazdığını söyleyebilir
miyiz?
İmâm-ı Rabbânî’nin mektupları iki
türlüdür. Muhatap kişi kim ise onun anlayacağı tarzdan hitap edilir. Bir
mektupta alın abdestinizi kılın namazınızı gibi herkese söylenebilecek şeyler
var iken, diğerinde tasavvufun en derin mevzularına girilebiliyor. Derin
felsefe konuları pek olmamakla birlikte kelâmın derin konularına yer verir.
Çünkü kelâm ilminde müçtehiddir.
İmâm-ı Rabbânî'nin Ma'ârif-i Ledünniyye, Mükâşefât-ı Gaybiyye,
Mebde ve Mead adlı eserlerini çevirdiniz. Teliften ziyade tercümeye
yönelmeniz, bu alanda bir boşluk olduğunu fark etmenizden mi kaynaklanıyor?
Önce İmâm-ı Rabbanî Ahmed
Sirhindî (Hayatı, Eserleri, Tasavvufî Görüşleri) diye bir telifim vardı.
Daha sonra onun diğer eserlerinin Türkler tarafından çok bilinmediğini görünce
onları çevirmeye karar verdim. Biraz da yayınevinin talebi üzerine böyle bir
çalışmam oldu. Daha tercüme edilmeyen ufak bir iki risalesi var.
Hocam bir de şu müceddid
meselesi var. Meselâ nakşîler İmâm-ı Rabbânî’ye ve Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'ye müceddid
diyorlar. Hatta bugün berhayat olan Mahmut Ustaosmanoğlu'na müceddid diyenler
de var. Tasavvufta müceddidlik önemli bir şey midir?
“Her yüzyılın başında dini
yenileyen bir müceddid gelecektir” hadisine dayanarak İslâm tarihinde topluma
çok büyük hizmeti dokunanlara o asrın müceddidi denmiş. Hicrî 1000 yılının
başladığı dönemde İmâm-ı Rabbânî’nın sevenleri ona icraatlarından ötürü
yüzyılın da değil, bin yılın yenileyicisi kabul etmişler. Dehlevî’yi,
Bağdâdî’yi müceddid kabul edenler var ama genel geçer kabul olunmuş değil.
İmâm-ı Rabbânî’ye bile eser yazarak muhalif olanlar var neticede. Herkesin
kabul ettiği şeyler değil bunlar. İmâm-ı Rabbânî’nin en büyük özelliği,
korkusuzca doğruları söylemiş olmasıdır. O zamanlar Babür padişahı Ekber Şâh’ın
dinleri karıştırıp “dîn-i ilâhî” adında bir din uydurmasına karşı durmuştur.
Daha yirmi yaşlarında bir genç iken İsbâtü’n-nübüvve’si ile Ekber Şâh’ın
desteklediği inanca reddiye yazıyor. Ondan sonra tahta geçen Cihângîr’in huzuruna girdiğinde de padişaha
selâmlama secdesi etmeyip hapse düşmüştür. İnandığı doğrulardan ve davasından
asla vazgeçmemiştir. Vefatının ardından dört asır geçmesine rağmen hâlâ
eserlerini okuyoruz. O, sadece yazdıklarıyla değil, şahsiyetiyle de bize örnek
olmuştur. O dönemde Hindistan’da binlerce âlim vardı, şimdi hangisinin adını
biliyoruz? Fakat İmâm-ı Rabbânî’yi rahmetle anıyoruz. Bilmek başka şey, âlim
çok. Karakter sahibi âlim olmak mesele. Bugün de din adına ağzı olan konuştuğu
için İmâm-ı Rabbânî’nin bu ilkeli duruşuna ihtiyacımız vardır. Kaderi, cini
inkâr eden ilâhiyat hocaları var. Ümmeti bölecek ve kafaları karıştıracak
aykırı fikirleri olanları hemen destekliyorlar. Size dernek, vakıf, radyo
kuralım, kitaplarınızı kuşe kâğıda basalım diyorlar. Konu din veya tasavvuf
olunca avukat, doktor kim varsa konuşuyor.
Bugün kafaları karışan
insanları arkasına alarak ulu’l-emr’e dahi başkaldıranları görüyoruz. O zaman
burada kafası karışan insanlar kadar bunları uyarmakla mükellef olanlarda, yani
bilip de konuşmayanlarda da suç var.
Var tabii. Ezandan “Muhammedün
Rasûlullâh”ı çıkartmışlar, Diyânet susuyor. Bu dün mü çıktı? Diyanet 15
Temmuz’dan sonra kalktı, biz bu kişinin kitaplarını inceledik, dine aykırı
yerlerini tespit ediyoruz diyor. İş içten geçtikten sonra diyorsun bunları.
İlâhiyat hocalarının da suçu var. Onlar da konuşmadılar. Adam yıllardır
mehdîyim diyormuş, biz bunu yeni öğrendik. Bunu öğrenir öğrenmez bunun yanlış olduğunu
söyleyeceklerdi. Dinlerarası diyaloglar yapıyordu. Urfa’da mı bir yerde havuzun
üzerine kalas atmış. Papazı, hahamı, müftüyü geçiyor; öbür taraf cennetmiş
güya. Bunlara daha erkenden tepki koyulmalıydı ama kurumsal olarak. Bireysel
olarak bunlara tepki verdiğiniz anda eskiden size dava açılıyordu. Bir
akademisyen davayla mı uğraşacak, dersleriyle mi uğraşacak? Bu sapkın
fikirlerin arkasında uluslararası güçler var ve fert olarak karşılarında
duramazsınız. Diyanet çağıracaktı ilâhiyatçıları, biz yanlışlarını
söyleyecektik. O yapılar da dava açacaksa Diyanet’e açacaktı. Diyanet’in
inisiyatif almamasından dolayı Ehl-i Sünnet Âlimleri, Türkiye İslâm Âlimleri
Birliği gibi kurumlar kuruldu, peki bunlar ne yapıyor, bunlar da konuşmuyor.
Sadece FETÖ yok ki. Bir tanesi ben mehdîyim diyor, televizyon kanalı var. Kimse
de bir şey demiyor. Diyanet çıkacak, uzak durun diye halkı uyaracak. İster
hutbede, ister basın açıklamasıyla, fark etmez.
Son olarak konunun biraz
dışında bir sorum var. Risâle-i Nûr’larda arada bir tasavvufa ve
mutasavvıflara yer yer atıf yaptığını gördüğümüz Said Nursî "Mevlânâ, benim zamanımda gelseydi, Risâle-i
Nûr'u yazardı. Ben de Mevlânâ zamanında gelseydim, Mesnevî'yi
yazardım." diyor. Nasıl yorumluyorsunuz bu sözü?
Said Nursî’nin yaşadığı dönemde
devletin bir baskısı olduğu gibi halkta da ateizmin yaygınlaştırılma çabaları
var. Bu dönemde imanî konuları anlatmanın daha faydalı olduğunu düşünmüş
olabilir. Mevlânâ döneminde ateizm furyası yoktu tabii. Bu anlamlı gelebilir
ama öte yandan bugün rasyonalizmin ve pozitivizmin yaşandığı çağda bile insanlar
Mesnevî’nin tercümelerini okuyup İslâm’a koşan bir sürü insan var. Yani Mesnevî
de insanlara imana çağırıyor. Dolayısıyla Risâle-i Nûr’lar ile Mesnevî’yi
böyle mukayese etmek ya da çok farklıymış gibi göstermeye gerek yok.
Kitap taassubu da tehlikeli
bir şey, değil mi?
Taassup çok büyük bir problem. Risâle-i
Nûr’lar önemli kitaplardır ama Kur’ân’ı, tefsiri, hadisi, fıkhı da okuması
lâzım kişinin. Geçen youtube’da gördüm, mezar başında Risâle-i Nûr
okuyorlar. Ezberletmişler çocuklara. Bizim kültürümüzde mezar başında Kur’ân-ı
Kerîm okunur. Bunlar bir taassubun, bir tutuculuğun, bir fanatizmin göstergesi.
Her şeyin bir yeri var. Bir cemaate mensup olabilirsiniz ama onu ümmetin
üzerine çıkartmayacaksınız. Aksi takdirde cemaatin menfaati için her şeyi
yaparsınız. Harama da bulaşırsınız, devleti de dinlersiniz, meclisi de
bombalarsınız. Önce ümmet-i Muhammed’in bir ferdiyim diyeceksiniz. Sonra
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım. Ondan sonra üçüncü, dördüncü sırada şu dinî
gruba sempati duyuyorum diyebilirsiniz. Alt kimlik üst kimlik meselesi gibidir.
Meselâ bir insan “ben her şeyden önce ‘lâz’ım” diyorsa orada arıza başlar. Hak
etmediği hâlde lâz öğrenciyi asistan olarak alır meselâ yanına. Tarikatlarda da
durum böyledir. Şeyhini çok seveceksin ama Peygamberden çok sevmeyeceksin.
Hepsinin sırası var. Sıralama bozuldu mu her şey alt üst olur.
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder