Prof.Dr.Necdet Tosun

(Necdet Tosun ile Nakşibendilik ve Cemaatler Üzerine Konuştuk; dunyabizim.com; 20.10.2016)



Hocam, genel olarak araştırmalarınız Nakşibendiyye tarikatı üzerine. Doktora tezinizde Hâcegân ekolünü çalıştınız. Literatürümüzde bu tarikatın mensupları ya da sair kimseler tarafından Nakşibendiyye üzerine yazılmış eserler diğer tarikatlara göre ne durumdadır?

Nakşibendilik ile en temel kaynaklardan bir tanesi Fahreddin Ali b. Hüseyin’in Reşâhât Aynü’l-hayât adlı 1500’lü yılların başında yazılan eserdir. Aslı Farsça olan bu eser Osmanlı döneminde Türkçeye çevrilip basılmış. Reşâhât Yusuf Hemedânî’den başlar, Hoca Ubeydullah Ahrâr’a kadar gelir, ondan sonraki nakşî şeyhlerinin hayatlarını, menkıbelerini, sözlerini ihtiva eden muhtelif eserler olduğu gibi bunun zeyli mahiyetinde Muhammed Hâşim Keşmî tarafından yazılan Nesamâtü’l-kuds adlı bir kitap var. Kronolojik gidersek daha sonra Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî gelir.

Bizde Müstakimzâde’nin Farsçadan bir çevirisi var.

Onun dili ağdalıdır. Bugünkü neslin istifade edebileceği gibi değildir. O yüzden Mektûbât Arapçaya çevrilmiş, piyasadaki tercümeler de Mektûbât’ın Arapçasından çevirme.

Doğrudan Farsçadan çeviren niye yok hocam?

Çünkü Farsça bilen az, Arapça bilen çok. Cumhuriyet dönemindeki tercümeler hep böyle. Onun Muhammed Masum’un da bir Mektûbât’ı var. Kendisinden sonra gelen müceddidî kolundan gelenlerin birçok eserleri var. Meselâ İmâm-ı Rabbanî’nin torunu olan Seyfeddin Sirhindî’nin de bir cilt Mektûbât’ı var. Yine Hindistan’da yaşamış Mazhar Cân-ı Cânân’ın bir Dîvân’ı var. Onun halifesi Abdullah Dehlevî’nin Makâmât-ı Mazharî, Kelâmât-ı Mazharî gibi eserleri ve Mekâtîb-i Şerîfe gibi mektupları var. İmâm-ı Rabbânî’den sonra özellikle Hindistan’daki nakşîlerde mektupları toplama ve kitap hâline getirme geleneği başlamış. Daha önce böyle bir şey yok. Meselâ tarikatın piri Bahâeddin Nakşibend’in mektupları elimizde yok. Tarikatın eğitim usullerini anlatan kitaplar da yazılmış. Osmanlı topraklarında yaşamış olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, Arapça konuşulan, dolayısıyla müridlerinin Arap olduğu bir bölgede yaşadığı için nakşî literatürünün hâlidî kolunda kaynaklar Arapça ve Osmanlıca olarak değişiyor. Hindistan’da da Farsça terk edilip Urducaya dönülüyor. Nakşî silsilesinden Anadolu’ya gelenler bilhassa Osmanlının son dönemlerinde Türkçe yazmışlar. Meselâ Erzincanlı nakşîbendî-hâlidî şeyhi Terzi Baba’nın Türkçe Dîvân’ı var. Esad Erbilî’nin de Dîvân’ı var. Gümüşhanevî’nin de eserleri kısmen Arapça kısmen Türkçedir.

Elimizde bir istatistik yok fakat günümüzde en çok mensubu bulunan tarikat Nakşibendiyye olarak görünüyor. Bunu neye bağlayabiliriz? Yolun günümüz insanına hitap eden bir özelliği mi var ya da nakşî mürşidlerin irşad yönteminde bir farklılık mı söz konusu?

Sadece günümüzde değil, Osmanlının son dönemlerinde de böyle. Hüseyin Vassaf bunu Sefîne-i Evliyâ’sında söyler. Osmanlının gelişme dönemlerinde hâlvetîler, kadirîler daha çok gibi görülüyor. Son dönemlerde nakşîlerdeki bu artış, Hâlid-i Bağdâdî’nin Anadolu’ya çok sayıda halifeler ve vekiller göndermesiyle izah edilebilir. Ayrıca bu kolda medreselerle ortak çalışma anlayışı vardır. İlme, ulemaya çok önem verilmiş. Doğuda medresenin hocası aynı zamanda şeyh olabiliyor. Bunun yanı sıra Osmanlının son dönemlerinde dinî kurallara pek de riayet etmeyen ya da gevşeyen tarikatlar olmuş. Nakşibendilik dinî kurallara bağlılığı ile ön plana çıktığı için devlet de nakşibendileri desteklemiş.


Hocam nakşîlerde bugün birisi vekil aracılığıyla el alarak şeyhle görüşmeden tarikata intisap edebiliyor. Bir nakşî şeyhinin 10 bin müridi olabiliyor. Bu şekilde irşad faaliyeti nasıl yürüyor?

Vekiller aracılığıyla yürütmeye çalışıyorlar. Tabii ki sıkıntılar da ortaya çıkıyor. Vekil tam anlamıyla yetişmemiş olabilir. Osmanlıda bu kadar değil, bir dergâhın mürid sayısı 100’ü bulmuyor. 100 bin müridi olan bir şeyhin her bir müridiyle ayrı ayrı ilgilenmesi, derslerini değiştirmesi, sohbet etmesi mümkün değil. Ne oluyor; dergi çıkartıyorlar, şeyhin sohbetleri televizyona veya internete veriliyor. Şeyhin olmadığı bölgedeki vekil, tasavvufî eğitimle ilgili işleri iyi biliyorsa sorunsuz yürür ama yetkinliği tartışmalıysa sorunlar çıkıyor. Yıllar önce Çekmeköy’de bir berbere gittim. Saçımı keserken arkadaşına anlatıyor: “Bir tarikat sohbetine başladım. Devam etmek için iki şart varmış. Birincisi ayağa mest giymek, ikincisi yabancı sigara yasak. Sigara işi kolay Marlboro içmeyiveririz ama mest işi zor çünkü konu komşu bu yaşta ayağına dede gibi mest giymişsin der”. İmâm-ı Gazzâlî, Mevlânâ, Abdulkadir Geylânî gibi isimleri zikredince büyük fikirler aklımıza geliyor ama o berberin mahallesindeki vekil, yani tavşanın suyunun suyu olan kişi, tasavvufu daha kendisi anlamamış. Tasavvuf bu değil fakat hiyerarşide aşağı indikçe işlerde aksamalar başlıyor. Sayısal çokluğun bu yönüyle eğitim problemi var. On binlerce müridi olan tarikatlardaki küçük bir halka olur, bunlar tam anlamıyla müriddir, diğerleri muhib, yani sempatizandır. Yalnız şöyle bakmak lâzım. Muhib olan kişi haftada bir defa sohbet dinler, tarikatın diğer müntesipleriyle çay içer, kendini bir gruba ait hissedip haramlardan kaçınır. Fitne asrında bu bile bir başarı, bir hizmettir. On binlerce müridin hepsi evliya olacak diye bir şart yok.

Tarikat cemaate dönüşüyor yani.

Halkanın dışına gittikçe tarikat, cemaate dönüşmeye başlar ama başta icazetli bir şeyh varsa biz buna yine tarikat diyoruz. Bazı yapılarda ise şeyh efendi vefat ediyor ve yerine kimseyi bırakmıyor ama cemaat bizim Kur’ân kurslarımız, vakıflarımız, okullarımız var; içimizden birisini öne çıkartalım, hizmetlerimize devam edelim diyorlar. O artık tarikat olmaktan çıkıp tam bir dinî cemaat oluyor. Adı ister tarikat, ister cemaat olsun; topluma, fakir fukaraya hizmet ediyorsa Allah razı olsun diyoruz ama bu yeni bir şey. Tasavvuf tarihinde böyle bir şey yok ama. Normalde bir şeyh yerine kimseyi bırakmaz ise müridler kendilerine gerçek bir mürid bulurlar ve kaldıkları yerden tasavvufî eğitimlerine devam ederlerdi. İçimizden birini ittirelim ve şeyh diyelim, şeyh kelimesini kabul etmezse başka bir şey diyelim zihniyeti yoktu. 

Hocam müsaadenizle biraz İmâm-ı Rabbânî üzerinden gidelim. İmâm-ı Rabbânî’yi okurken bir İbn Arabî yahut Dâvûd-ı Kayserî gibi okunması zor metinlerle karşılaşmıyoruz. Onun gayesi ve misyonu göz önüne alınarak diğer büyük sûfîlere nazaran daha sade yazdığını söyleyebilir miyiz?

İmâm-ı Rabbânî’nin mektupları iki türlüdür. Muhatap kişi kim ise onun anlayacağı tarzdan hitap edilir. Bir mektupta alın abdestinizi kılın namazınızı gibi herkese söylenebilecek şeyler var iken, diğerinde tasavvufun en derin mevzularına girilebiliyor. Derin felsefe konuları pek olmamakla birlikte kelâmın derin konularına yer verir. Çünkü kelâm ilminde müçtehiddir.


İmâm-ı Rabbânî'nin Ma'ârif-i Ledünniyye, Mükâşefât-ı Gaybiyye, Mebde ve Mead adlı eserlerini çevirdiniz. Teliften ziyade tercümeye yönelmeniz, bu alanda bir boşluk olduğunu fark etmenizden mi kaynaklanıyor?

Önce İmâm-ı Rabbanî Ahmed Sirhindî (Hayatı, Eserleri, Tasavvufî Görüşleri) diye bir telifim vardı. Daha sonra onun diğer eserlerinin Türkler tarafından çok bilinmediğini görünce onları çevirmeye karar verdim. Biraz da yayınevinin talebi üzerine böyle bir çalışmam oldu. Daha tercüme edilmeyen ufak bir iki risalesi var. 

Hocam bir de şu müceddid meselesi var. Meselâ nakşîler İmâm-ı Rabbânî’ye ve Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'ye müceddid diyorlar. Hatta bugün berhayat olan Mahmut Ustaosmanoğlu'na müceddid diyenler de var. Tasavvufta müceddidlik önemli bir şey midir?

“Her yüzyılın başında dini yenileyen bir müceddid gelecektir” hadisine dayanarak İslâm tarihinde topluma çok büyük hizmeti dokunanlara o asrın müceddidi denmiş. Hicrî 1000 yılının başladığı dönemde İmâm-ı Rabbânî’nın sevenleri ona icraatlarından ötürü yüzyılın da değil, bin yılın yenileyicisi kabul etmişler. Dehlevî’yi, Bağdâdî’yi müceddid kabul edenler var ama genel geçer kabul olunmuş değil. İmâm-ı Rabbânî’ye bile eser yazarak muhalif olanlar var neticede. Herkesin kabul ettiği şeyler değil bunlar. İmâm-ı Rabbânî’nin en büyük özelliği, korkusuzca doğruları söylemiş olmasıdır. O zamanlar Babür padişahı Ekber Şâh’ın dinleri karıştırıp “dîn-i ilâhî” adında bir din uydurmasına karşı durmuştur. Daha yirmi yaşlarında bir genç iken İsbâtü’n-nübüvve’si ile Ekber Şâh’ın desteklediği inanca reddiye yazıyor. Ondan sonra tahta geçen  Cihângîr’in huzuruna girdiğinde de padişaha selâmlama secdesi etmeyip hapse düşmüştür. İnandığı doğrulardan ve davasından asla vazgeçmemiştir. Vefatının ardından dört asır geçmesine rağmen hâlâ eserlerini okuyoruz. O, sadece yazdıklarıyla değil, şahsiyetiyle de bize örnek olmuştur. O dönemde Hindistan’da binlerce âlim vardı, şimdi hangisinin adını biliyoruz? Fakat İmâm-ı Rabbânî’yi rahmetle anıyoruz. Bilmek başka şey, âlim çok. Karakter sahibi âlim olmak mesele. Bugün de din adına ağzı olan konuştuğu için İmâm-ı Rabbânî’nin bu ilkeli duruşuna ihtiyacımız vardır. Kaderi, cini inkâr eden ilâhiyat hocaları var. Ümmeti bölecek ve kafaları karıştıracak aykırı fikirleri olanları hemen destekliyorlar. Size dernek, vakıf, radyo kuralım, kitaplarınızı kuşe kâğıda basalım diyorlar. Konu din veya tasavvuf olunca avukat, doktor kim varsa konuşuyor.

Bugün kafaları karışan insanları arkasına alarak ulu’l-emr’e dahi başkaldıranları görüyoruz. O zaman burada kafası karışan insanlar kadar bunları uyarmakla mükellef olanlarda, yani bilip de konuşmayanlarda da suç var.

Var tabii. Ezandan “Muhammedün Rasûlullâh”ı çıkartmışlar, Diyânet susuyor. Bu dün mü çıktı? Diyanet 15 Temmuz’dan sonra kalktı, biz bu kişinin kitaplarını inceledik, dine aykırı yerlerini tespit ediyoruz diyor. İş içten geçtikten sonra diyorsun bunları. İlâhiyat hocalarının da suçu var. Onlar da konuşmadılar. Adam yıllardır mehdîyim diyormuş, biz bunu yeni öğrendik. Bunu öğrenir öğrenmez bunun yanlış olduğunu söyleyeceklerdi. Dinlerarası diyaloglar yapıyordu. Urfa’da mı bir yerde havuzun üzerine kalas atmış. Papazı, hahamı, müftüyü geçiyor; öbür taraf cennetmiş güya. Bunlara daha erkenden tepki koyulmalıydı ama kurumsal olarak. Bireysel olarak bunlara tepki verdiğiniz anda eskiden size dava açılıyordu. Bir akademisyen davayla mı uğraşacak, dersleriyle mi uğraşacak? Bu sapkın fikirlerin arkasında uluslararası güçler var ve fert olarak karşılarında duramazsınız. Diyanet çağıracaktı ilâhiyatçıları, biz yanlışlarını söyleyecektik. O yapılar da dava açacaksa Diyanet’e açacaktı. Diyanet’in inisiyatif almamasından dolayı Ehl-i Sünnet Âlimleri, Türkiye İslâm Âlimleri Birliği gibi kurumlar kuruldu, peki bunlar ne yapıyor, bunlar da konuşmuyor. Sadece FETÖ yok ki. Bir tanesi ben mehdîyim diyor, televizyon kanalı var. Kimse de bir şey demiyor. Diyanet çıkacak, uzak durun diye halkı uyaracak. İster hutbede, ister basın açıklamasıyla, fark etmez.

Son olarak konunun biraz dışında bir sorum var. Risâle-i Nûr’larda arada bir tasavvufa ve mutasavvıflara yer yer atıf yaptığını gördüğümüz Said Nursî "Mevlânâ, benim zamanımda gelseydi, Risâle-i Nûr'u yazardı. Ben de Mevlânâ zamanında gelseydim, Mesnevî'yi yazardım." diyor. Nasıl yorumluyorsunuz bu sözü?

Said Nursî’nin yaşadığı dönemde devletin bir baskısı olduğu gibi halkta da ateizmin yaygınlaştırılma çabaları var. Bu dönemde imanî konuları anlatmanın daha faydalı olduğunu düşünmüş olabilir. Mevlânâ döneminde ateizm furyası yoktu tabii. Bu anlamlı gelebilir ama öte yandan bugün rasyonalizmin ve pozitivizmin yaşandığı çağda bile insanlar Mesnevî’nin tercümelerini okuyup İslâm’a koşan bir sürü insan var. Yani Mesnevî de insanlara imana çağırıyor. Dolayısıyla Risâle-i Nûr’lar ile Mesnevî’yi böyle mukayese etmek ya da çok farklıymış gibi göstermeye gerek yok.

Kitap taassubu da tehlikeli bir şey, değil mi?


Taassup çok büyük bir problem. Risâle-i Nûr’lar önemli kitaplardır ama Kur’ân’ı, tefsiri, hadisi, fıkhı da okuması lâzım kişinin. Geçen youtube’da gördüm, mezar başında Risâle-i Nûr okuyorlar. Ezberletmişler çocuklara. Bizim kültürümüzde mezar başında Kur’ân-ı Kerîm okunur. Bunlar bir taassubun, bir tutuculuğun, bir fanatizmin göstergesi. Her şeyin bir yeri var. Bir cemaate mensup olabilirsiniz ama onu ümmetin üzerine çıkartmayacaksınız. Aksi takdirde cemaatin menfaati için her şeyi yaparsınız. Harama da bulaşırsınız, devleti de dinlersiniz, meclisi de bombalarsınız. Önce ümmet-i Muhammed’in bir ferdiyim diyeceksiniz. Sonra Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım. Ondan sonra üçüncü, dördüncü sırada şu dinî gruba sempati duyuyorum diyebilirsiniz. Alt kimlik üst kimlik meselesi gibidir. Meselâ bir insan “ben her şeyden önce ‘lâz’ım” diyorsa orada arıza başlar. Hak etmediği hâlde lâz öğrenciyi asistan olarak alır meselâ yanına. Tarikatlarda da durum böyledir. Şeyhini çok seveceksin ama Peygamberden çok sevmeyeceksin. Hepsinin sırası var. Sıralama bozuldu mu her şey alt üst olur.

Hiç yorum yok :