Necip Fazıl ile "Doğu - Batı" Üzerine

(Necip Fazıl ile 'Doğu ve Batı' Kavramları Üzerine; dunyabizim.com; 27.04.2017)



Necip Fazıl Kısakürek, önemli bir şair olmasının yanında, sevilsin yahut sevilmesin fikirleri büyük kitlelerce benimsenmiş mühim bir düşünürdür. Öyle ki düşünceleri bugünün genç nesillerine hatta politikacıların siyasî vizyonuna yön vermektedir. Biz de Kısakürek ile entelektüel çevrelerde hâlâ zaman zaman tartışması yapılan Doğu-Batı meselesi üzerine konuştuk.

(Not: Bu “hayalî” röportaj metni Necip Fazıl'ın “İdeolocya Örgüsü” adlı kitabından iktibaslar yapılarak oluşturulmuştur. Lüzumlu görülen ifadeler ve tabirler, okuru zorlamamak adına sadeleştirilmeye tâbi tutulmuştur.)

Röportaja mefkurenizin adıyla başlayalım. Niçin "Büyük Doğu"? Bildiğimiz doğuş hadisesine mi bağlı yoksa Doğu dünyasına bir işaret olarak mı kullandınız?

Birincisiyle beraber yahut birincisinin içinde ikincisi. Bu isim sadece doğuş manasına kabuğunu çatlatan tohumunu kıvılcımlı nefesiyle pembeleşmiş bir ufuk üzerinde, asıl Doğu âlemini, kubbe ve servi, saray ve künbed, kemer ve harabe, bütün dış çizgileri ve iç nakışlarıyla kucaklamakta. Büyük Doğu'nun kucakladığı ve bütünleştirdiği Doğu, vatan sınırları dışında herhangi bir ırk ve coğrafya planına bağlı değildir. Biz Büyük Doğu'yu öz vatanımızdan başlayarak güneşin doğduğu istikameti kurcalayan bir madde ve nicelik zemininde aramıyoruz. O kendini mekân çerçevesinde değil, zaman çerçevesinde gerçekleştirmeye talip. Çizmeli ayaklarla dışımızdaki iklimlere doğru kaba ve nefsanî bir yürüyüş olmaktan ziyade rüzgârdan hafif topuklarla içimizdeki iklimlere doğru ince ve ruhanî bir sefer.

Doğu'yu neden bu kadar önemsiyorsunuz?

Her şey Doğu'dan geldi. Her şey, her şey, yani ruhumuz. Doğu, insanın yağmur suyu kadar saf ve aydınlık olduğu çağlarda yürekleri ve kafaları dört köşe madde ölçeği körletmezden evvel ruhumuzun ilk ve büyük marifetlerine sahne olan vatandır. İlâhî beyana göre insan tohumu Adem Doğu planında bir yere ayağını bastı. Bütün türlerin kurtarıcısı Nuh Peygamber gemisini orada bir noktaya oturttu. Resuller atası İbrahim, Doğu'nun maddî ve manevî çerçevesi üzerinde ateşi gül bahçesine çevirdi. Büyücüleri büyüleyen Musa, ümmetine vad edilen toprağı orada aradı. Meleklerden merhametli İsa, ölüleri dirilten nefesini Batı istikametinde Doğu'dan üfledi. Ve nihayet Allah'ın sevgilisi ve âlemlerin yaratılış hikmeti baş Resul, Doğu'nun bir kenarında, bir nefhada kum tanelerinin içine mermer kubbeler yerleştirdi.
  
"Doğu" ile kastettiğiniz medeniyetler hangileri?

Doğuya aslî renk ve hakikatini getirmiş olan büyük tecellinin altın çerçevesinde buluşmuş baş hissedarlar bütünleriyle Arap, Fars ve Türk; parçalarıyla Hint ve Çin'dir.

"Aslî rengini vermiş" tabirini biraz açar mısınız?

Çin Doğu'yu çağların en eskisinde yalnız müstesna bir ruh inceliği ve madde nakşı kadrosunda temsil etti. Hint bu ruhu en karanlık ve dolambaçlı iç dehlizlere ulaştırdı. Fars, başlangıçta ve sonda derinlikleri genişletti; hususiyle başlangıçta şahsiyetini işe ve maddeye yansıtarak Batı'ya karşı Doğu imparatorluğunu kurdu. Arap, ezelle ebed arası bir zeminde kendisinde evvelki ve sonraki Doğu'nun sistemleşmesine ve gerçekleşmesine sahne oldu. Türk de evvelâ bozkırların dış yüzüne benzeyen kapanık ruhuyla hiçbir kap içinde şeklini bulamayan kızgın ve hırçın bir sıvı gibi Doğu'nun akıcılığını ve ve hareket hattını heykelleştirdi. Sonra da aynı hareket hakkını gerçek Doğu'nun gerçek ruhuna bağlamak nasibine erdi.

Japonlardan bahsetmediniz.

Japonlar, medeniyet bakımından tâbi bir millet hâline Doğu'nun mayasına hiçbir şey katmayan, sonunda da Batı'yı sadece çarpım tablosu planında ezberlemek açık gözlülüğünden ötürü yeni bir şey gösteremeyen ve haşin bir gelenek zindanında bütün ilkel putlarıyla baş başa yaşamakta devam eden bir millet olarak Doğu'nun kimliğinin oluşumunda pay sahibi değil. Başlangıçta Çin'in ikinci sınıf tâbii, sonunda da Batı'nın ucuz takipçisi ve hep aynı dar ve sert ruhun muhafızıdır. Fakat Batı'nın sadece kuru bir akıl harikası olduğunu kavrayıp bu aklı aparıvermek ve millî ruhunu koruyabilmek noktasından Doğu'da örneklik bir keşfin sahibidir.

Peki, Batı derken Avrupa ile beraber ABD'yi de dâhil ediyor musunuz?

Batının, kendi içinden taşırdığı kısımlarla daha batıya doğru ve "Yeni Dünya" ismi altında meydana getirdiği bulamaçtır Amerika. Batı'da kaybolmaya başlayan ruh ve ahengin doğurduğu çileye yabancı, bütün hızını madde planının cümbüşlerinden alan ve henüz buhranını yaşayacak kadar ihtiyarlamamış bir toplumdan ibarettir. Dolayısıyla Batı'nın içinde değil, kenarında bir hadise olarak kalıyor. Amerika'nın ismi yoktur. O, sonradan erme muhteşem bir hiçliktir.

Şiir gibi konuşuyorsunuz... Bu Doğu-Batı ayrımı ne zaman ve nereden çıktı?

Her şeyden evvel ilk Doğu-Batı ayrımını yapan Batılıdır. Eski Yunan'da tarih babası Heredot yalnız kendi kavminden ibaret bildiği ve o zamanlar manada yalnız kendi kavminden ibaret Batı dünyasını Doğu istikametinde toslayan Fars kütlelerine bakıp iki ayrı topluluk arasındaki soyut duygu ve düşünce hamurunun iklim farklarına göre iki ayrı âlem sınırladı: Doğu ve Batı. Bir zamanlar Arap kavminin kendisine Arap ve başkalarına topyekun Acem demesi gibi Yunanlı da Fars akınlarının getirdiği vesileyle artık karşısına kim çıksa ona uyacak hazır bir yafta bulmuştu: Barbar. Onca insanlık sadece Yunanlıydı ve kendisini yıkmaya gelen herkes ve her şey barbardı. Doğulu, eski Yunan ve Roma'da olduğu gibi Rönesans'tan sonra ve bugüne kadar belli başlı ve kabahatli bir insan soyunu çerçeveleyici bir manaya sımsıkı bağlı kaldı.

Böyle bir yakıştırmayı niçin kabul ediyoruz?

Ne yapalım; bir zamanlar sonsuzluk ve hudutsuzluk bayrağı altında kendilerini zorlamış olan biz olsak da hududu çizen, bölümü yükselten ve zorla gözlere sokan onlardır ve şimdi biz ifade ve muhasebemizi Doğu-Batı bölümleri dışında hiçbir kalıpta canlandıramıyorsak, kendi öz davamızın sonsuzluğuna ve hudutsuzluğuna karşı mazur, düşmanlarımıza ve zıtlarımıza karşı da kendi ayrımlarını kabul eden bir kahraman sayılmalıyız.

Batı kendisine nasıl bakıyor?

Batının Batıya bakışı mayonezin içindeki zeytinyağı, limon ve yumurta unsurları gibi kendi kendisini üç esasa indirger: Eski Yunan, Roma ve Hıristiyanlık. Bu bakımdan Batı kendi tahlil raporunu imza etmekte son derece kesin ve matematikseldir. Sanki Yunan'ın eşiti 1, Roma'nın yine 1 ve Hıristiyanlığınki de 1 ve neticede kendi tutarı 3'tür. Batı kendisini en ileri mütefekkirlerinden birinin ağzıyla şöyle özetler: Romalılaşmış, Hıristiyanlaşmış ve eski Yunan'ın zihinsel düzenine teslim olmuş her toprak Avrupa'ya bağlıdır. Ona göre eski Yunan, her şeyi yüksek insana kazandıran, yüksek insanı her şeyin temeli hâline getiren, yüksek insandan her şeyi yoğurup ve şekillendirip son derece belli olarak imkân ölçüsünde aşikâr bir ahenk içinde sımsıkı tutmasını isteyen bir etkileyicidir. Roma ise, teşkilâtlı ve temelli insan kudretinin ebedî örneğidir. Hıristiyanlığa gelince, o da Batı'nın ahlâk ve iç âlem kaynağıdır.

Doğu nasıl bakıyor Batı'ya?

Doğu'nun Batı'ya üç türlü bakışı vardır: İslâmlıktan evvelki bakış, İslâmlığın kuvveti içindeki bakış ve İslâm kadrosunun zaafa düşmesinden sonraki bakış. Doğu'nun Batı diye ayrı bir dünyaya rastlayışı, Farsların Yunanlılara toslamasıyladır. Büyük İskender ile başlayan Doğu üzerine Batı yürüyüşü karşısında kabuğuna dönen Doğu, sisli bir gurur ve kayıtsızlık altında kalmıştır. Roma'nın karşısında ise niçin ve nasıl olduğunu bilmediği bir esaret kaderi içinden bakar. İslâmiyet'ten sonra Batı Orta Çağ karanlığına dalarken Doğu'nun gözünde bitip tükenen bâtıl bir dünyaydı. Rönesans'a kadar Doğu ona üstün adamın sapık ve düşkün insana bakışıyla baktı. Doğu'nun Batı'ya en üstün taarruz ve temsil devleti olan Osmanlı İmparatorluğu'ndan başlayarak dört beş asır en hazin ve mahkûm bakışıydı. Rönesans'tan sonra İslâm kadrosunun zaafa düşmesiyle Doğu, harem ağası organizması gibi gittikçe bünyeleşti. Bütün Doğu âleminde bir taraftan dünyasını kaybetmiş bir köleler ve enayiler sürüsüne, öbür taraftan da tesellisini ana şahsiyetini ezmekte arayan beyinsiz taklitçiler zümresine yataklık etti.

Doğu'nun kendisine karşı bir bakışı var mı ki?

Doğu; İslâm, Brehmen, Budist ve Mecusî olarak ayrıldığında bir bütün hâlinde Batı'nın din ve irfan birliğine sahip olmadığına göre kendisi üzerinde hususî bir nazar sahibi değildir. Tek ve yekpare bir düşman karşısında düşülen yılgınlık ve mahkûmluk duygusu hâkim. Ormanı beklenmedik bir hayvan basmış ve arslanından köstebeğine kadar her cins, kendisini kaybeder gibi olmuştur. Bu vaziyette arslanla köstebeğe kendileri hakkında ne düşündükleri sorulmaz. İslâm görüşünce iki millet vardır: Müslümanlar ile Müslüman olmayanlar. "Küfür tek millettir" düsturunca İslâm milletinin kendi zıtlarına da tek millet olarak bakışındaki esası önemlidir.

İki dünya arasındaki en büyük fark nedir diye sorsam?

Derinliğine doğru insanın ve bütün ruh iklimlerinin kaynağı olan Doğu, hiçbir zaman ve mekânda kuru aklın maddeyi avlama hakkını ruhuna sindiremedi. Sebebi, madde görüşünü körleştirecek ve aradaki dengeyi bozacak kadar dinî usul dışı iç âleme mıhlanma bünyesi. Sığlığına doğru insanın ve bütün madde bilgilerinin kaynağı olan Batı da hiçbir zaman ve mekânda ruhun maddeye ve ötesine hakimiyet şartını akılla denkleştiremedi. Sebebi, ruh âlemini gölgeleyecek ve aradaki dengeyi örseleyecek kadar maddenin dış kalıbında kapanıp kalma mizacıdır. Doğu bütün peygamberleri, velileri ve sanatkârlarıyla maddeye hükmetmek oyununun miskin manivelâsına kurban muazzam bir tiyatro dekoru gibi sahnenin altına indi. Batı ise Platon'da ses verip Bergson'da sesini hatırlatan mağlup ruhçuluğu bir tarafa, Aristo'da gürleyip şoförlere kadar nakaratı yayılan pozitif ve matematiksel kafanın muhteşem kadro perdesi hâlinde, sahne üstüne çıkmanın kolayını buldu ve bir daha indirilemez oldu.

Bizim buhranımız Doğu ve Batı arasında kalmışlıktan mı kaynaklanıyor?

Bizim buhranımızın iki büyük devresi var: Tanzimat'tan evvel 3 asır ve Tanzimat'tan sonra bir asır. Her iki devrenin de kahramanı, ham ve kaba softadır ama hakikatte birbirinin aynı olduklarından habersiz, zahirde birbirine zıt iki temayül vesilesiyle birbirine düşmandır. Şöyle ki: İlk devrede İslâmiyet'in vecd ve aşkı yerine yanlış anladığımız kabuğuna ve dış şekillerine esir olduk. İkinci devresinde ise Batı'nın mahrem kesimlerini göremeden ve oluş sırlarına eremeden körkütük hayranlık, şaşkınlık ve şahsiyetsizlikle ona esir olmuşuz.

Toplumu yönlendirecek büyük şahsiyetler yetişmemesi neden?

Çünkü bütün fikri besleyen ve onunla beslenen büyük aşk ve vecd elden gitti. Sahnede büyük şahsiyetlerden kimse kalmadı. Süleyman Çelebi, Aşık Paşa, İbn-i Kemal, Ebussuud Efendi, Mimar Sinan, Fuzulî, Bakî, Kanunî Sultan Süleyman perdeden çekildiler. Nesil nesil kahraman diye tanıtılan Mustafa Reşit Paşalar, Şinasiler, Namık Kemaller, Ziya Paşalar, Hamidler, Mithat Paşalar ve daha kimler palamudun dökülme mevsiminde balığa çıkan küçük idrakli, küçük esnaf tipleridir. Doğu'ya olumsuz örnek olarak Tanzimat ile hız alan ve asıl çehresine kavuşan ucuzculuk, artık özüne ve hakikatine dönülmesi imkânsız kabul edilen İslâmiyet'e ahmak bir tahkir ve Hıristiyanlık dünyasına kör bir tazim gözüyle bakmıştır. Sonra da bunca ucuzcunun koruduğu bu vatan asırlardır birikmiş hesapların son tasfiye darbesine çarpıp en cüretlisine, en gözü karasına düşürülmüştür.

"Ucuzculuk" ile ne demek istediğinize somut örnekler verebilir misiniz son olarak?

Hangisini örnek vereyim? Boyacı küpü tercüme kazanına sokulup çıkarılmış İsviçreli Türk Medenî Kanunu'nu mu, kitaplık çap yerine bir cep defterinin tek sahifesine yerleştirilen altı okluk dünya görüşünü mü, broşürlük ölçüde bile esersiz profesörler ve yabancı uzmanlarla dolu üniversitelerimizi mi, ağzına geleni merdiven gibi alt alta yazmak hünerinden ibaret olan şiirimizi mi, kusmuk hâline getirilen musikimizi mi, ucuz kalıplar içinde dondurulup modelleştirilen ve ciğerci dükkânına kadar düşürülen mimarimizi mi?

Eyvallah, fazlasıyla misal verdiniz, hatta cevabınız bayağı bir ağır oldu. Röportaj için teşekkürler.




Hiç yorum yok :