Necip Fazıl Kısakürek, önemli bir şair olmasının yanında,
sevilsin yahut sevilmesin fikirleri büyük kitlelerce benimsenmiş mühim bir
düşünürdür. Öyle ki düşünceleri bugünün genç nesillerine hatta politikacıların
siyasî vizyonuna yön vermektedir. Biz de Kısakürek ile entelektüel çevrelerde
hâlâ zaman zaman tartışması yapılan Doğu-Batı meselesi üzerine konuştuk.
(Not: Bu “hayalî” röportaj metni Necip Fazıl'ın “İdeolocya
Örgüsü” adlı kitabından iktibaslar yapılarak oluşturulmuştur. Lüzumlu görülen
ifadeler ve tabirler, okuru zorlamamak adına sadeleştirilmeye tâbi
tutulmuştur.)
Röportaja
mefkurenizin adıyla başlayalım. Niçin "Büyük Doğu"? Bildiğimiz doğuş
hadisesine mi bağlı yoksa Doğu dünyasına bir işaret olarak mı kullandınız?
Birincisiyle beraber yahut birincisinin içinde ikincisi. Bu
isim sadece doğuş manasına kabuğunu çatlatan tohumunu kıvılcımlı nefesiyle
pembeleşmiş bir ufuk üzerinde, asıl Doğu âlemini, kubbe ve servi, saray ve
künbed, kemer ve harabe, bütün dış çizgileri ve iç nakışlarıyla kucaklamakta.
Büyük Doğu'nun kucakladığı ve bütünleştirdiği Doğu, vatan sınırları dışında
herhangi bir ırk ve coğrafya planına bağlı değildir. Biz Büyük Doğu'yu öz
vatanımızdan başlayarak güneşin doğduğu istikameti kurcalayan bir madde ve nicelik
zemininde aramıyoruz. O kendini mekân çerçevesinde değil, zaman çerçevesinde
gerçekleştirmeye talip. Çizmeli ayaklarla dışımızdaki iklimlere doğru kaba ve
nefsanî bir yürüyüş olmaktan ziyade rüzgârdan hafif topuklarla içimizdeki
iklimlere doğru ince ve ruhanî bir sefer.
Doğu'yu neden bu
kadar önemsiyorsunuz?
Her şey Doğu'dan geldi. Her şey, her şey, yani ruhumuz.
Doğu, insanın yağmur suyu kadar saf ve aydınlık olduğu çağlarda yürekleri ve
kafaları dört köşe madde ölçeği körletmezden evvel ruhumuzun ilk ve büyük
marifetlerine sahne olan vatandır. İlâhî beyana göre insan tohumu Adem Doğu
planında bir yere ayağını bastı. Bütün türlerin kurtarıcısı Nuh Peygamber
gemisini orada bir noktaya oturttu. Resuller atası İbrahim, Doğu'nun maddî ve
manevî çerçevesi üzerinde ateşi gül bahçesine çevirdi. Büyücüleri büyüleyen
Musa, ümmetine vad edilen toprağı orada aradı. Meleklerden merhametli İsa,
ölüleri dirilten nefesini Batı istikametinde Doğu'dan üfledi. Ve nihayet
Allah'ın sevgilisi ve âlemlerin yaratılış hikmeti baş Resul, Doğu'nun bir
kenarında, bir nefhada kum tanelerinin içine mermer kubbeler yerleştirdi.
"Doğu" ile
kastettiğiniz medeniyetler hangileri?
Doğuya aslî renk ve hakikatini getirmiş olan büyük
tecellinin altın çerçevesinde buluşmuş baş hissedarlar bütünleriyle Arap, Fars
ve Türk; parçalarıyla Hint ve Çin'dir.
"Aslî rengini
vermiş" tabirini biraz açar mısınız?
Çin Doğu'yu çağların en eskisinde yalnız müstesna bir ruh
inceliği ve madde nakşı kadrosunda temsil etti. Hint bu ruhu en karanlık ve
dolambaçlı iç dehlizlere ulaştırdı. Fars, başlangıçta ve sonda derinlikleri
genişletti; hususiyle başlangıçta şahsiyetini işe ve maddeye yansıtarak Batı'ya
karşı Doğu imparatorluğunu kurdu. Arap, ezelle ebed arası bir zeminde
kendisinde evvelki ve sonraki Doğu'nun sistemleşmesine ve gerçekleşmesine sahne
oldu. Türk de evvelâ bozkırların dış yüzüne benzeyen kapanık ruhuyla hiçbir kap
içinde şeklini bulamayan kızgın ve hırçın bir sıvı gibi Doğu'nun akıcılığını ve
ve hareket hattını heykelleştirdi. Sonra da aynı hareket hakkını gerçek
Doğu'nun gerçek ruhuna bağlamak nasibine erdi.
Japonlardan
bahsetmediniz.
Japonlar, medeniyet bakımından tâbi bir millet hâline
Doğu'nun mayasına hiçbir şey katmayan, sonunda da Batı'yı sadece çarpım tablosu
planında ezberlemek açık gözlülüğünden ötürü yeni bir şey gösteremeyen ve haşin
bir gelenek zindanında bütün ilkel putlarıyla baş başa yaşamakta devam eden bir
millet olarak Doğu'nun kimliğinin oluşumunda pay sahibi değil. Başlangıçta
Çin'in ikinci sınıf tâbii, sonunda da Batı'nın ucuz takipçisi ve hep aynı dar
ve sert ruhun muhafızıdır. Fakat Batı'nın sadece kuru bir akıl harikası
olduğunu kavrayıp bu aklı aparıvermek ve millî ruhunu koruyabilmek noktasından
Doğu'da örneklik bir keşfin sahibidir.
Peki, Batı derken
Avrupa ile beraber ABD'yi de dâhil ediyor musunuz?
Batının, kendi içinden taşırdığı kısımlarla daha batıya
doğru ve "Yeni Dünya" ismi altında meydana getirdiği bulamaçtır
Amerika. Batı'da kaybolmaya başlayan ruh ve ahengin doğurduğu çileye yabancı,
bütün hızını madde planının cümbüşlerinden alan ve henüz buhranını yaşayacak
kadar ihtiyarlamamış bir toplumdan ibarettir. Dolayısıyla Batı'nın içinde
değil, kenarında bir hadise olarak kalıyor. Amerika'nın ismi yoktur. O,
sonradan erme muhteşem bir hiçliktir.
Şiir gibi
konuşuyorsunuz... Bu Doğu-Batı ayrımı ne zaman ve nereden çıktı?
Her şeyden evvel ilk Doğu-Batı ayrımını yapan Batılıdır.
Eski Yunan'da tarih babası Heredot yalnız kendi kavminden ibaret bildiği ve o
zamanlar manada yalnız kendi kavminden ibaret Batı dünyasını Doğu istikametinde
toslayan Fars kütlelerine bakıp iki ayrı topluluk arasındaki soyut duygu ve
düşünce hamurunun iklim farklarına göre iki ayrı âlem sınırladı: Doğu ve Batı.
Bir zamanlar Arap kavminin kendisine Arap ve başkalarına topyekun Acem demesi
gibi Yunanlı da Fars akınlarının getirdiği vesileyle artık karşısına kim çıksa
ona uyacak hazır bir yafta bulmuştu: Barbar. Onca insanlık sadece Yunanlıydı ve
kendisini yıkmaya gelen herkes ve her şey barbardı. Doğulu, eski Yunan ve
Roma'da olduğu gibi Rönesans'tan sonra ve bugüne kadar belli başlı ve kabahatli
bir insan soyunu çerçeveleyici bir manaya sımsıkı bağlı kaldı.
Böyle bir
yakıştırmayı niçin kabul ediyoruz?
Ne yapalım; bir zamanlar sonsuzluk ve hudutsuzluk bayrağı
altında kendilerini zorlamış olan biz olsak da hududu çizen, bölümü yükselten
ve zorla gözlere sokan onlardır ve şimdi biz ifade ve muhasebemizi Doğu-Batı
bölümleri dışında hiçbir kalıpta canlandıramıyorsak, kendi öz davamızın
sonsuzluğuna ve hudutsuzluğuna karşı mazur, düşmanlarımıza ve zıtlarımıza karşı
da kendi ayrımlarını kabul eden bir kahraman sayılmalıyız.
Batı kendisine nasıl
bakıyor?
Batının Batıya bakışı mayonezin içindeki zeytinyağı, limon
ve yumurta unsurları gibi kendi kendisini üç esasa indirger: Eski Yunan, Roma
ve Hıristiyanlık. Bu bakımdan Batı kendi tahlil raporunu imza etmekte son
derece kesin ve matematikseldir. Sanki Yunan'ın eşiti 1, Roma'nın yine 1 ve
Hıristiyanlığınki de 1 ve neticede kendi tutarı 3'tür. Batı kendisini en ileri
mütefekkirlerinden birinin ağzıyla şöyle özetler: Romalılaşmış, Hıristiyanlaşmış
ve eski Yunan'ın zihinsel düzenine teslim olmuş her toprak Avrupa'ya bağlıdır.
Ona göre eski Yunan, her şeyi yüksek insana kazandıran, yüksek insanı her şeyin
temeli hâline getiren, yüksek insandan her şeyi yoğurup ve şekillendirip son
derece belli olarak imkân ölçüsünde aşikâr bir ahenk içinde sımsıkı tutmasını
isteyen bir etkileyicidir. Roma ise, teşkilâtlı ve temelli insan kudretinin
ebedî örneğidir. Hıristiyanlığa gelince, o da Batı'nın ahlâk ve iç âlem
kaynağıdır.
Doğu nasıl bakıyor
Batı'ya?
Doğu'nun Batı'ya üç türlü bakışı vardır: İslâmlıktan evvelki
bakış, İslâmlığın kuvveti içindeki bakış ve İslâm kadrosunun zaafa düşmesinden
sonraki bakış. Doğu'nun Batı diye ayrı bir dünyaya rastlayışı, Farsların
Yunanlılara toslamasıyladır. Büyük İskender ile başlayan Doğu üzerine Batı
yürüyüşü karşısında kabuğuna dönen Doğu, sisli bir gurur ve kayıtsızlık altında
kalmıştır. Roma'nın karşısında ise niçin ve nasıl olduğunu bilmediği bir esaret
kaderi içinden bakar. İslâmiyet'ten sonra Batı Orta Çağ karanlığına dalarken
Doğu'nun gözünde bitip tükenen bâtıl bir dünyaydı. Rönesans'a kadar Doğu ona
üstün adamın sapık ve düşkün insana bakışıyla baktı. Doğu'nun Batı'ya en üstün
taarruz ve temsil devleti olan Osmanlı İmparatorluğu'ndan başlayarak dört beş
asır en hazin ve mahkûm bakışıydı. Rönesans'tan sonra İslâm kadrosunun zaafa
düşmesiyle Doğu, harem ağası organizması gibi gittikçe bünyeleşti. Bütün Doğu
âleminde bir taraftan dünyasını kaybetmiş bir köleler ve enayiler sürüsüne,
öbür taraftan da tesellisini ana şahsiyetini ezmekte arayan beyinsiz
taklitçiler zümresine yataklık etti.
Doğu'nun kendisine
karşı bir bakışı var mı ki?
Doğu; İslâm, Brehmen, Budist ve Mecusî olarak ayrıldığında
bir bütün hâlinde Batı'nın din ve irfan birliğine sahip olmadığına göre kendisi
üzerinde hususî bir nazar sahibi değildir. Tek ve yekpare bir düşman karşısında
düşülen yılgınlık ve mahkûmluk duygusu hâkim. Ormanı beklenmedik bir hayvan
basmış ve arslanından köstebeğine kadar her cins, kendisini kaybeder gibi
olmuştur. Bu vaziyette arslanla köstebeğe kendileri hakkında ne düşündükleri
sorulmaz. İslâm görüşünce iki millet vardır: Müslümanlar ile Müslüman
olmayanlar. "Küfür tek millettir" düsturunca İslâm milletinin kendi
zıtlarına da tek millet olarak bakışındaki esası önemlidir.
İki dünya arasındaki
en büyük fark nedir diye sorsam?
Derinliğine doğru insanın ve bütün ruh iklimlerinin kaynağı
olan Doğu, hiçbir zaman ve mekânda kuru aklın maddeyi avlama hakkını ruhuna
sindiremedi. Sebebi, madde görüşünü körleştirecek ve aradaki dengeyi bozacak
kadar dinî usul dışı iç âleme mıhlanma bünyesi. Sığlığına doğru insanın ve
bütün madde bilgilerinin kaynağı olan Batı da hiçbir zaman ve mekânda ruhun
maddeye ve ötesine hakimiyet şartını akılla denkleştiremedi. Sebebi, ruh
âlemini gölgeleyecek ve aradaki dengeyi örseleyecek kadar maddenin dış
kalıbında kapanıp kalma mizacıdır. Doğu bütün peygamberleri, velileri ve
sanatkârlarıyla maddeye hükmetmek oyununun miskin manivelâsına kurban muazzam
bir tiyatro dekoru gibi sahnenin altına indi. Batı ise Platon'da ses verip
Bergson'da sesini hatırlatan mağlup ruhçuluğu bir tarafa, Aristo'da gürleyip
şoförlere kadar nakaratı yayılan pozitif ve matematiksel kafanın muhteşem kadro
perdesi hâlinde, sahne üstüne çıkmanın kolayını buldu ve bir daha indirilemez
oldu.
Bizim buhranımız Doğu
ve Batı arasında kalmışlıktan mı kaynaklanıyor?
Bizim buhranımızın iki büyük devresi var: Tanzimat'tan evvel
3 asır ve Tanzimat'tan sonra bir asır. Her iki devrenin de kahramanı, ham ve
kaba softadır ama hakikatte birbirinin aynı olduklarından habersiz, zahirde
birbirine zıt iki temayül vesilesiyle birbirine düşmandır. Şöyle ki: İlk
devrede İslâmiyet'in vecd ve aşkı yerine yanlış anladığımız kabuğuna ve dış
şekillerine esir olduk. İkinci devresinde ise Batı'nın mahrem kesimlerini
göremeden ve oluş sırlarına eremeden körkütük hayranlık, şaşkınlık ve
şahsiyetsizlikle ona esir olmuşuz.
Toplumu yönlendirecek
büyük şahsiyetler yetişmemesi neden?
Çünkü bütün fikri besleyen ve onunla beslenen büyük aşk ve
vecd elden gitti. Sahnede büyük şahsiyetlerden kimse kalmadı. Süleyman Çelebi,
Aşık Paşa, İbn-i Kemal, Ebussuud Efendi, Mimar Sinan, Fuzulî, Bakî, Kanunî
Sultan Süleyman perdeden çekildiler. Nesil nesil kahraman diye tanıtılan
Mustafa Reşit Paşalar, Şinasiler, Namık Kemaller, Ziya Paşalar, Hamidler,
Mithat Paşalar ve daha kimler palamudun dökülme mevsiminde balığa çıkan küçük
idrakli, küçük esnaf tipleridir. Doğu'ya olumsuz örnek olarak Tanzimat ile hız
alan ve asıl çehresine kavuşan ucuzculuk, artık özüne ve hakikatine dönülmesi imkânsız
kabul edilen İslâmiyet'e ahmak bir tahkir ve Hıristiyanlık dünyasına kör bir
tazim gözüyle bakmıştır. Sonra da bunca ucuzcunun koruduğu bu vatan asırlardır
birikmiş hesapların son tasfiye darbesine çarpıp en cüretlisine, en gözü
karasına düşürülmüştür.
"Ucuzculuk"
ile ne demek istediğinize somut örnekler verebilir misiniz son olarak?
Hangisini örnek vereyim? Boyacı küpü tercüme kazanına
sokulup çıkarılmış İsviçreli Türk Medenî Kanunu'nu mu, kitaplık çap yerine bir
cep defterinin tek sahifesine yerleştirilen altı okluk dünya görüşünü mü,
broşürlük ölçüde bile esersiz profesörler ve yabancı uzmanlarla dolu
üniversitelerimizi mi, ağzına geleni merdiven gibi alt alta yazmak hünerinden
ibaret olan şiirimizi mi, kusmuk hâline getirilen musikimizi mi, ucuz kalıplar
içinde dondurulup modelleştirilen ve ciğerci dükkânına kadar düşürülen
mimarimizi mi?
Eyvallah, fazlasıyla
misal verdiniz, hatta cevabınız bayağı bir ağır oldu. Röportaj için
teşekkürler.
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder