Her insanın kitaplarla olan
ilişkisi farklı boyutlardadır. Kimisi kitapsız bir hayat düşleyemezken
kimisinin evinde bir kitaplık bile bulunmaz. Bazısı için kitap okumak külfetken
bazısı için bir tutkudur. Ancak kitapların sadece bireylere değil, topluma
bakan bir yüzü de vardır. Öyle ki bir kitabın okunması amacıyla açılmış
kurumlar (Darü’l-Mesnevî) olduğu gibi milyonlarca kişiyi cemaat olarak bir
arada tutan (Risale-i Nur) kitaplar bile vardır. Biz de bu yazıyı okuyan
herkesin hayatında kitapların az veya çok rol oynadığını düşünerek kitap
konusunda ehil olan Necib Asım’a kitap ve kitabın tarihi bağlamında sualler
tevcih ettik.[1]
Muhterem üstat, önce işin
başından, yani alfabeden başlayalım istiyorum. Türkler zaman içerisinde farklı
alfabeler kullanmış bir millet. Latin harflerinden önce neleri kullandık?
Bizim yani Türklerin en eski
yazısı, hatt-ı mıhî idi. Sonra Uygur Elifbası namıyla yad edilen harfleri kabul
etmişlerdi. Bu elifbayı Nasturî papazları değiştirerek bir nevi Süryanî
yazısını oralarda neşretmişlerdi. Türklerin İslâm ile teşerrüfünden sonra ise
İslâmiyet camiasının ciheti hasebiyle Arap elifbası kabul edilmiştir.
Üstadım bu kullandığımız eski
harflere Arap elifbası diyoruz da, Arapların kendi icadı mı bu?
Hayır, efendim; bunlar da
vaktiyle bizim yaptığımız gibi “ebced, hevvez, huttî, kelemen, sa’fes, karaşet”
kelimelerinde bulunan harfleri, ta cahiliye zamanında Süryanîlerden almış ve
Süryanîlerde “sehhaz, dazıg” harfleri olmadığından Araplar kendilerinde
maharici bulunan bu harflere sonra ulaşmıştır.
Kitap basma teknolojisinin
gelmesinden önce eserlerimiz elle yazıldığı için kitapların sayıca çoğaltılması
matbaanınki kadar hızlı olmuyordu. O zaman herkes kendi kitabını kendisi mi
çoğaltıyordu?
Osmanlılarda hemen her konakta
bir kütüphane bulunurdu. Vaktiyle çoğu Osmanlı büyüklerinin konaklarına her gün
bir hattat devam ettirilerek Kuran’ı-Kerim, Buharî veya Şifa-yı Şerif
gibi dini kitaplardan hiç olmazsa bir iki satır olsun mutlaka yazdırılması
mübarek sayılırdı. Talebelerin de çoğu kitaplarını kendileri istinsah ettikleri
gibi ulemanın büyükleri de her gün bir miktar vakitlerini kitap istinsahına
ayırırlardı.
O zamanlar Avrupa’da durum
nasıldı? Kitapları yazarak çoğaltan, nâsih adı verdiğimiz kimseler orada da var
mıydı?
Frenklerde nâsihlere pek riayet
edilerek her manastırda onlara birer oda ayrılmıştı. Yazılmış bir eserin maddî
ve manevî mükâfatına nail olacakları ve hatta bunların günahlarının
bağışlanmasına vasıta olacağı inancındaydılar.
Peki, nâsihlerin yazıyı güzel
yazmak gibi bir mecburiyetleri söz konusu muydu? Çünkü biz güzel yazıya önem
veren bir milletmişiz.
Güzel yazı yazmaya hüsn-i hat adı
verilir. Bunun erbabı hattatlardır. Nâsihler hattat değildir. Onlar yalnız
gelişigüzel bir kitabı yazarlar. Türk ve Acemler hüsn-i hatta fevkalâde
ehemmiyet vermişlerdir. Hakikaten de pek güzel yazanlar yetişmiştir. Acemlerin
İmâd’ı, bizim Şeyh Hamdullah Efendi en meşhur hattatlardandır. Adeta bu iki zat
sanatlarında imamdırlar.
Teknolojinin artmasıyla kitap
sayısı, yani kitap yazan kişi sayısı da gün geçtikçe artıyor. Kitap telifi, eli
kalem tutan herkesin altından kalkabileceği bir iş midir?
Kitap telifi pek güç bir
sanattır. Onun için Araplar “Kitap yazan kimse sadece hedef ednimiştir”
demişlerdir. Dünyada bütün insanların kabulüne mazhar olan bir kitap yoktur. En
iyi kitapları bile bir sınıf halk takdir ettiği hâlde ötede bir sınıf
eleştirir. Onun için nice iktidar sahipleri o kadar emek sarfıyla öğrendikleri
ilimlere ve bilimlere dair bir şey yazmadan dünyayı terk etmişlerdir. Fakat o
kadar da korkak olmamalı. İnsan iyi bildiği ve dilinde lüzumunu gördüğü kitabı
yazmaktan çekinmemelidir. Fakat bir şeyi layıkıyla öğrenmeden veyahut öğrendiği
hâlde gerekliliğini vicdanen onaylamadan kitap yazmaya kalkmamalıdır.
Telif gibi tercüme de mühim
bir iş
Bir dilde bulunan bir kitabı
diğerine nakletmek faydalı ve hatta elzem bir hizmettir. Fransa şairlerinden
Lamartin, “Yapılacak kitaplardan en zoru, itikadımca tercümedir” demiş.
Hakikaten iyi tercüme gayet güçtür. Tercümede asıl şart tamamıyla müellifin
fikrini ifade ve yazının güzelliklerine riayetten ibaret ise de bir tercümenin
iyi olması için baştan başa müellifin eserinde müellifin eserinde manevî
ilhamlarını zayi etmemek gerekirse, edebî eserlerin tercümesi ve şiir
tercümeleri adeta imkân haricine çıkar. Tercüme şu suretle türetme olur.
Tercüme iki suretle olur: Birincisi serbest tercümedir ki bir kitabın mealini
mütercim kendi zevkine göre diline nakleder. Bilimsel eserlerin bu yolda
tercümesi hem iyi anlaşılmasını hem de az zamanda işin içinden çıkılmasını
gerekli kılar. Edebî eserlerin ise aynen tercümesi gerekir. Bundan dolayı öyle tercümeye
heves edenlerin iki dilde de fevkalâde kabiliyetli olması şarttır. Tercüme açık
ve kolayca istifade edilir olmazsa, bu tercümelikten çıkarak bir de onların
tercümesine lüzum görülür.
Üstadım bir de kitap
meraklılarından bahsedelim. Kitaplarına çok özen gösteren, itinayla kitap
biriktiren insanlarla karşılaşıyoruz. Gerçi siz bu nevzuhur icatları
bilmezsiniz ama facebook ve twitter hesaplarında sürekli kitaplardan bahseden,
kitaplardan alıntılar yapan; instagram hesaplarında kitap kitap fotoğrafları
paylaşıp duran kişiler de var. İnsanların kitaplara olan tutkularını nasıl
yorumluyorsunuz? Eskiden de böyle kimseler var mıydı?
Kitap meraklıları iki sınıfa
ayrılır ki bunlardan birincisi “kitap severler” ve diğeri “kitap delileri”dir.
Eski zamanlarda kitapların az bulunması hasebiyle bütün edipler kitap severdi. Kitap
sever, kitabın nakdî ve ilmî kıymetine dikkat eder. Kitaba fevkalâde bir
surette bakar. Kitap severler, alacakları kitapların birtakım şartlara uygun
olmasını arzu ederler. Onlar da alınacak kitabın yaprak ve ciltlerinin tamam
olmasıdır. Kitaplarda aradıkları diğer bir şart ise sayfa kenarlarının
genişliğidir. Kenar ne kadar geniş olursa kıymet o kadar artar. Kitap kapakları
da sevenleri az işgâl eden meselelerden değildir. Ciltlerin fevkalâde zarif
olmasından ziyade dayanıklı olması istenir.
Kitap severlerden bazıları
İbrahim Müteferrika matbuatını, bazıları bilime dair ne kitap varsa hepsinden
edinmek ister. Birtakımları da Selçuklular zamanında Türkçe yazılmış eserleri
toplar. Bunlar artık kitapların şekillerine ve niteliklerine bakmayarak yalnız
edinilmesini kazanç sayarlar.
Şeriatımız ve ona kurulu olan
millî adetlerimiz kitap muhabbetine bizi mecbur eder. Biraz dikkat edecek
olursak, yazılı yazısız kâğıtlara ettiğimiz hürmet, büsbütün kitap sever
olduğumuzun göstergesidir. Avrupa’da da kitap sever çoktur, hatta yıpranmış,
lekelenmiş, hâsılı ele alınamaz hale gelmiş kitapları ıslah için bir ilim bile
vücuda getirmişlerdir.
Kitap delileri dediğiniz grup
nasıl oluyor o hâlde? Kitap severlerden farkı ne bunların?
Kitap delileri kitap severlere
benzemezler. Bunlar yalnızca kitap toplamak isterler. Kitabın içindekilere hiç
önem vermezler. Bunlar kitabın maddî kıymetine ve nadir oluşuna bakarlar. Kitap
müzayedeleri, kitap delileri için en büyük fırsatlardandır. Bu delilikten
istifade eden esnaf da vardır. Çünkü kitap delileri, kitaplara para vermek ve
kitap aramak için para saçmaktan çekinmezler.
Kitap severler ise, kitap
delileri gibi kitapları toplamak, edinmek için değil, incelemek ve uzmanlaşmak
için alırlar. Bunlar için “Bu kadar kitabı ne yapacak? Ne zaman okuyacak?”
denmez. Bunlar kitap incelemesinde ve analizinde pek ziyade kabiliyetli kişiler
olduklarından, edindikleri kitapların hepsini okuduklarından ve her birisinin
önem derecesine vâkıf olduklarından emin olunmalıdır. Fakat kitap severler
muhabbetlerini aşırılığa vardırırlarsa kitap delisi unvanından kendilerini
kurtaramazlar.
Biraz da bibliyografya ilminin
tarihinden söz etseniz...
Maddî ve aklî olarak kitapları
tarif ve sınıflara bölen ilme bibliyografya derler. Bu ilimde en ziyade önemli
olan üç şeydir: Birincisi bibliyografyanın usulü, ikincisi kitapların tarif ve
tavsifi, üçüncüsü de fihristtir. Vaktiyle matbaa olmadığından bibliyografya
ilmine ihtiyaç yoktu; yalnız kütüphane fihristleri vardı. Osmanlılarda bu ilme
meraklı birtakım kimseler yetişmiştir. Şurası gariptir ki, bu ilim Avrupa’da
matbaanın icadından sonra revaç bulduğu hâlde bizde ondan evvel yetişmiştir.
Taşköprülü’nün Miftahü’s-Saade’sinde ilimler ve bilimler dörde ayrılmıştır;
bu kısımlar da hat, nutuk, fikir ve kanundur. Dil ve edebiyat ile tarih ikinci
kısımda, matematik üçüncü kısımda, dinî ilimler ise dördüncü kısımdadır. Katip
Çelebi namıyla meşhur olan Mustafa Efendi merhum da bibliyografyaya dair Arapça
Keşfü’z-Zünûn diye pek güzel iki cilt bir eser yazmış ve hatta bu kitap
Latince ve İngilizceye tercüme edilmiştir.
Kitaplar bireysel olarak
okunduğu gibi bir topluluğu da okunabiliyor. Bugün bu şekilde çalışan okuma
grupları görüyoruz. Eskiden de var mıydı böyle meclisler?
Vaktiyle Araplarda, Rumlarda,
Romalılarda müellifler, şairler düzyazı ve şiirlerini halka okurlardı. Hatta
tarihçi Herodot dokuz kitabını halka okumuştur. Roma’da kayser Agustus
zamanında bu okumalar pek ileri vardırıldı. Her yerde her türlü eserler okunurdu.
Arapların cahiliyet devrinde ise Sûk-ı Ukaz denilen yerde edipler, şairler
hutbe ve şiirlerini okurlardı. İslâmiyet de bunu adeta teşvik etmiş hatta
Kur’an-ı Kerim’i dinlemek bize farz olmuştur. Bizde Mevlid-i Şerif’ler hala
cemaat önünde okunur.
Kütüphanelerin tarihi de
kitaplar kadar eski midir? En eski kütüphanelerden bahseder misiniz?
İnsanlar arasında nazmen ve
nesren yazı yazmak yayılmaya başladığı günden itibaren kütüphane tesisi fikri
hâsıl olmuştur. Vaktiyle toplanabilen yazı mecmuaları mukaddes tanılarak
mabedlerde saygılı bir mevkide saklanırdı. Yunan kütüphanelerinin en meşhurları
ikidir: Biri Bergama ve diğeri İskenderiye Kütüphanesi’dir. Yunanlılardan sonra
kütüphane tertibi merakı Romalılara geçerek kayser Agustus tarafından Roma’da mükemmel
bir kütüphane tesis edilmiş ve sonra bu merak genelleşerek her şehir ve hatta
her evde birtakım kütüphaneler oluşturulmuştur.
Kitapçılara dair ne
söylersiniz?
Eski zamanlarda kitapçılar, kitap
yazanlar ve nâsihlerdi. Atina kitapçı dükkânlarında işsizlerle aydınlar
toplanırdı. Müellifler bu dükkanlara gelerek kitabını okur ve sahaf efendiye
beğendirirse o da kitabını istinsah için lâzım gelen masrafları karşılardı.
Kitaplar evvelleri pek pahalı olurdu; hazırlanması öğrenildikten sonra ise
biraz ucuzladı. Çoğunlukla talebe, öğretmenlerinin kitaplarını mütalâa için
istinsah ederlerdi. Zenginler kitap kopya etmek üzere esirlerini eğitir ve bu
sayede büyük kütüphaneler edinirlerdi. O vakitler kitap ticareti, bilhassa
İskenderiye’de pek revaçtaydı. Roma’da kitap istinsah ettirip satan kitapçılar
bütün mahallelere yayılmıştı. Bağdat, Şam, Halep, Kurtuba, Sicilya, Endülüs,
Buhara gibi İslâm memleketlerinde ise birçok kütüphaneler, sahaflar, medreseler
kitaplarla doluydu. Pek eski zamandan beri Osmanlı’nın büyük şehirlerinde,
bilhassa İstanbul’da birer sahaf çarşısı vardı.
Son olarak şunu sormak
istiyorum. Siz ki kitap hakkında derin malûmata sahip bir üstatsınız. Önümüzde
kitap çok ama vaktimiz dar. İnsanın her gördüğü ve ilgisini çeken kitabı
okumaya ömrü yetmez. Hangi kitapları okumalı?
Âlemde kitap telifi âdeti pek
eskidir. Müellifler insanlardan olur. Bunların içinde âlimi, fâzılı olduğu gibi
iyi ve fena huylusu da vardır. Müellifler kendi iktidar ve zevklerine göre
telif ederler. Okurlar da kendi zevk ve istifadelerine uygun kitapları
edinirler. Fakat kitaplar içinde o kadar lüzumsuz, o kadar zararlıları bulunur
ki tecrübe ve bilgisi az olanları aldatır, fena yollara götürür. Böyle
kitapları ele almaktan kaçınmalıdır. Bir de kitaplar o kadar çoktur ki en
zengin adamlar bütün mallarını o uğurda feda etseler yine her birinden birer
tane edinemez. Ne kadar okumaya vakti olsa, yine bütün kitapları bir kere
gözden geçiremez. Volteire kitapların çokluğundan şikâyet ederdi. Hatta kendi
zamanında Fransa tarihi Fransız kitaplarının mütalâasına en uzun ömürlü bir
adamın ömrünün yetmeyeceğini hesaplamıştı. Bir mektubunda şikâyetle beraber
şöyle diyor: “Kitapların çokluğu insanı yıldırır; fakat onlar hakkındaki
muameleyi insanlara tatbik etmeliyiz, yani mevcutlardan seçmeliyiz.”
Öyle ise ne yapalım? Kitap
almayalım mı? Haşa! Hem kitap almalı, hem de okumalı. Her insan bir meslek
sahibi bulunmak lâzımdır. Her mesleğe mahsus kitaplar var. O kitaplar edinilse
faydası vardır. Başka dil bilirse, o dilde de kendi mesleğine dair en
faydalılarını almalı. İnsanların bir de özel zevki vardır. İşte o merak ettiği
ilme ve hünere dair olan kitapların da makbullerini almalı. Daha ne almalı?
İnsanın kütüphanesinde bulunacak kitaplar vardır. Meselâ Mevlid-i Şerif,
Hilye-i Hakanî, Gülistan Tercümesi, Nahifî’nin Mesnevî-i Şerif
Tercümesi, Durub-ı Emsal-i Osmaniye, Koçi Bey Risalesi gibi...
Kıymetli bilgilerinizi
paylaştığınız için teşekkür ederiz.
[1] Bu
“hayalî” röportaj metni Necib Asım’ın “Kitab” adlı kitabından iktibaslar
yapılarak oluşturulmuştur. Lüzumlu görülen ifadeler ve tabirler, okuru
zorlamamak adına sadeleştirilmeye tabi tutulmuştur.
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder