Siyasî ve dünya görüşü farklı insanların müştereken otorite
kabul ettiği, edebî zevki çeşitlilik arz eden büyük kitlelerin hayranlığını
kazanmış nadir kişiler arasında tartışmasız Yahya Kemal Beyatlı’yı
zikredebiliriz. Şiirleriyle gönlümüze taht kurmuş bu büyük şairin, şiirimiz üzerine ciddi düşünceleri vardır. Biz de bu fikirlerinden müstefit
olmak adına kendisine bir takım sualler tevcih ettik.[1]
Muhterem üstadım, yüksek müsaadelerinizle doğrudan konuya
girmek istiyorum. Şiir nedir?
Güç bir sual irad ettiniz. Klasik şiirin yıkıldığından beri,
şiiri, bin kişi bin türlü tarif ediyor. Âlimler, şarlatanlar ve gerçek şairler
diye bütün tarif edenleri üç kola ayırabilirsiniz. Âlimler derler ki “Şiiri
yalnız ilim tarif edebilir, balık suyu ne kadar idrak edemezse şair de şiirin
ne olduğunu o kadar bilemez; bu bahis ilime aittir.” Âlimlerden sonra gelen
ikinci sınıf, ortaya bir şiir nazariyesi koyan, kendi görüşünü yegâne doğru
görüş gibi gösteren, ortalığı bir müddet efsunlayan takımdır. İşte bunun için
bu takım, şiirin en yakası açılmamış bir tarifini öne sürer, misli görülmemiş,
çok nadir ve en yeni görünür snobları peşine takar. Hülâsa bir edebî devri bir
müddet safsata ve reklam havasıyla doldurur. Bizde ve Frenk’te, bir kısım
gerçek şairler yalnız şahsiyetleriyle tecelli ediyorlar ve sanatlarında eski
harcı kullanıyorlar, bir kısım da şahsiyetleriyle beraber yeni bir sanatın
çerçevesini beraber getiriyorlar.
Şiir kalpten geçen bir hadisenin lisan halinde tecelli
edişidir. Hissin birden bire lisan oluşu ve lisan halinde kalışıdır. Şiir bir
nağmedir. Bu nağmeyi ifade etmek için vezin ve lisan ancak ve ancak bir
alettir. Şiirde nefes ve ses iki unsurdur. Mısraın ayakları yerden kopmazsa
yahut en hafif bir kulağı bir ses gibi doldurmazsa halis şiir değildir. Tabii
şiire dair kendi görüşümü yegâne doğru görüş saymaktan uzağım. Bu ancak benim
kendi görüşümdür diyebilirim. Bu asırda mademki birbirine zıt şiir çığırları
var ve bu çığırlar arkalarından birçok hayranlarını sürüklüyorlar; şiirin
yalnız bir türlü tarifine güvenmek hakikate göz yummak olur.
Klasik şiirimizin Batıda bilindiğini düşünüyor musunuz?
Avrupalılar bir şiirimiz olduğunu bilmezler ve Türk’ün bu
bahiste de kabiliyetini ceffelkalem inkâr ederler. O kadar asır bir millet gibi
beraber yaşadığımız Araplar, şiirimize İsveç ve Norveçliler kadar bigâne
kalmışlardır. Hatta şiirde üstadımız olmuş İranlılar da böyle kayıtsızdırlar.
Bazı şiir eserlerimizin ecnebî lisanlarındaki tercümeleri umumî değil, hatta
mahdut bir tesir bile bırakmış değildir. Lâkin şiirimizin berceste mısralarını,
beyitlerini, hatta bazı derli toplu parçalarını iyi okuyup anlayacak bir
ecnebi, kabiliyetimize hayran olabilir. Daima bu itikatta bulundum ki
Avrupalıların anlayamadıkları eski şiirimiz, anlayıp sevdikleri ve hatta bize
sevdirdikleri diğer sanatlarımızdan, meselâ mimarîmizden daha yüksek bir kıymettedir.
Eski şiirimizde fikirden ziyade lirizmin ağır bastığını
söyleyebilir miyiz?
Türk edebiyatı fikirden yana fakirdir, bu noksanlığı itiraf
ederiz. Türk askerdir. İntizam, inkıyat ve itaati fıtraten sever. Fikir ve
tahlil değerini ancak son zamanlarda Avrupalılardan öğrendik. Yalnız zannederim
ki bu değer şiirimizde ve nesrimizde hiçbir zaman asıl fıtrî değerlerimiz olan
aşk ve ihtiras ile zekâ ve zarafeti geçemez. Edebiyatın başlıca iki değeri olan
aşk ve ihtiras ile zekâ ve zarafet Türkte mevcuttur. Hatta Türk yegâne
millettir ki bu birbirine zıt iki meziyeti kendinde topluyor. Meselâ hiçbir
millet Fuzulî ve Nedim ayarında iki büyük şair gösteremez. Lirizm Türk
milletinin başlıca hassasıdır. Türk dinde, harpte, şiirde bu meziyetini en
yüksek dereceye çıkardı. Türkün dindeki aşkına misal İslâmiyet’i kabul
ettikleri günden itibaren Salib Seferleri’ne o atılışı, Viyana’ya kadar
yürüyüşü ve bütün o seferlerdir; harpteki aşkına misal yine böyle binlercedir.
Şu lirik şiiri biraz tarif buyursanız?
Lirik şiir ilimden ve sanattan azadedir. Ne dimağa hitap
eder ne de zevke. Kalbinde o ateşten olmayan bir okur, Fuzulî Divanı’nı
eline alsa, zanneder ki Fuzulî’nin o kadar metholunan gazelleri bir düziye
tekrar eden aynı kelimelerden, aynı mazmunlardan ibarettir. Bu nev’i şiir,
şiirin yegâne nev’idir ki fikirde, mazmunda, sanatta yeniliğe asla muhtaç
olmaz. Şeyh Galib’in
Tedbîrini terk eyle takdîr Hüdânındır
Sen yoksun o varlıklar hep vehm ü gümânındır
Birden bire buş aşkı bu neş’e bulanındır
Devrân olalı devrân erbâb-ı safânındır
Âşıkda keder neyler gam halk-ı cihânındır
Koyma kadehi elden söz pîr-i mugânındır
diye başlayan müseddesine bir bakınız ama yalnız dimağınızla
bakınız; fikir namına ne kadar bayattırlar. Bu şiirin künhü dimağla, gözle
görülmez, yalnız kalple anlaşılır. Bu manzume yalnız bir veciddir. Bize bugün
bayat mazmunlarıyla yeni ve taze göründüğü gibi birkaç asır sonra okuyacak kalp
sahibi Türklere de yeni görünecek. Çünkü şiirde lisan, zevk, fikir, mazmun, her
şey eskir; yalnız aşk eskimez ve her dem tazedir.
Aruz vezni – hece vezni mukayeseleri için fikrinizi
öğrenebilir miyiz?
Vezinler - ister aruz olsun ister hece - cansız birer
alettirler. Tıpkı musıki aletleri gibi. Vezinler mademki vardırlar, ahenge
muhakkak elverişlidirler; çünkü vücutları başka türlü tefsir edilemez.
Medeniyette her aleti ihtiyaç yarattığı gibi vezinleri de hissiyatı teganni
etmek için yaratır. Bizde havassın kullandığı aruzu Arap, halkın kullandığı
heceli vezinleri Türk, hislerini teganni etmek ihtiyacıyla kim bilir kaç asır
sinelerinde yoğura yoğura yarattılar! Bu iki veznin ahenge kabiliyeti
birbirlerinden ne fazladır ne de eksik. Son şekillerinin asırlardan beri bir
türlü değişmediği de gösteriyor ki ahenge kabiliyetleri tamdır.
Kötü şiir yazanlar gibi kötü şiir okuyanlar da oluyor,
değil mi?
Halis bir şiiri anlamamış, daha açık bir tarifle, o şiirin
bestesini ruhuna ve dudaklarına nakletmemiş bir insan onu fena okuyabilir.
Hatta şiir inşad etmekte, umumiyetle mahareti olan büyük sahne sanatkârlarının
halis bir şiiri kötü okudukları görülmüştür. Halis bir şiiri okumak demek ona
şairinin verdiği musıkî ayarıyla, fazla ve eksik bir ses ilâve etmeksizin,
musıkîden anlayanların tabiriyle, falsosuz okumak demektir. Okuyabilmek için de
ona tam bir vukuf hâsıl etmek, ondan sonra onu hançere ve dudakların tam bir
hâkimiyeti ile ifade etmektir.
Çok uzun bir şiir hayatınız var. Şiirden fayda gördünüz
mü? Haz hissettiniz mi? Yoksa zarar mı gördünüz?
Şiirden tabii çok haz duydum. Bu haz ömrümü doldurdu. Fakat
fayda görmedim; bilâkis zarar gördüm. Bir daha doğmam mümkün olsa önce Kâzım
Şinasî’ye danışmadan ve onun nasihatlerini almadan yeryüzüne bir adım atmam.
Eğer şiir mukadderatıma karışmasaydı çok isabet olurdu. Yalnız bunu da
söyleyeyim ki bir insanın, hayatında şiiri anlamaması büyük bir noksandır.
Çünkü hazların en derini ve en güzelidir. Akıllı olanlar yalnız anlamakla
iktifa etmelidirler. Şiiri anlamak ve söylememek, yani adını şair çıkarmamak eğer
mümkün olursa en iyi yoldur. Dediğim gibi ben bu işte yanılmış olduğumu
anladım. Lâkin biraz geç anladım. Şahsıma ait fikrim bu kadardır. Umumî görüşle
diyebilirim ki insanın yaratılışına ve hayatına şiirin karışması büyük bir
zarardır. Hiçbir insan bir şair kadar talihsiz doğmaz. Gerçek şairler daima
aşk saadetinden mahrum yaşar ve ölürler. Kadınlar şair sevmez. Aşkta saadete
mazhar olmuş büyük şairler bizde ve Avrupa’da nadirdir.
Türk milletinin iki büyük noksanlığının resimsizlik ve
nesirsizlik olduğundan dem vuruyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
Eğer Türk milletinin resim bir, nesir iki, bu iki sanatı
olsaydı bugün milliyetimizin kudreti, olduğundan yüz kat fazla olurdu.
Muhayyileyi en fazla işleten bu iki sanatı talih bizden esirgedi. Cedlerimizin
resimleri yok, onları hemen hemen bilmiyoruz. Minyatürlerden, Avrupa’nın o
asırlardaki ressamlarının levhalarından hayal meyal onları seziyoruz. Nesrimiz,
resmimize göre vardı. Lâkin ne yazık ki üç kusurla malûldür. Çok az yazı
yazmışız, çok kötü yazı yazmışız, çok kısa yazı yazmışız.
Az, kötü ve kısa yazmamızın sebepleri nelerdir?
Çok az yazı yazmamızın sebebi, Medresenin Arap kitaplarını
dizüstü çökerek okumak itiyadına atıf olunur. Bir de milletimizin asker ve iş
eri olmasına atıf olunabilir. Çok kötü yazmamızın sebebi, İran nesrinin,
nesirde modelimiz oluşudur. Hakikatin ta kendisi budur ki yalnız Latin nesline
mensup olan milletler iyi yazmayı bildiler. Çok kısa yazmamızın sebebine
gelince, asıl esaslı kusur buradadır. Nesrin, yani asıl manasıyla edebiyatın
yüzde seksenini tarih, biyografi, hatırat ve siyasî yazılar teşkil eder. Hepsi
birden nihayet tarih olan bu eserlerimizin adetçe az olmalarından, kötü
yazılmış olmalarından fazla kısa yazılmaları vahim bir noksan teşkil eder.
Bugünkü edebiyatın seviyesini nasıl görüyorsunuz?
Eski edebiyat başta başa kanunlara tâbi olduğu için birinci
sınıfa yükselenler, o kuralların imtihanından geçerek yükselirlerdi. Uzun
zamandan beri bizde de, Avrupa’da da olduğu gibi kurallar kalktı, şahsî ve
serbest atışlar moda oldu. Bunun iyi tarafı olduğu gibi kötü neticeleri de
oluyor. İyi tarafı, şahsiyetlerin en fazla bir ölçüde hususî zevkler ve
görüşler getirmesidir. Kötü tarafı ise edebiyat böyle açık ve kanunsuz bir saha
olunca o sahaya herkesin girebilmesidir. Biz, işte bu kötü neticeyi fazlaca
hissetmiş olduk. Edebî seviyeyi mutlaka yükseltmek lâzımdır.
Nasıl yükselteceğiz? Böyle bir şey mümkün müdür?
Bence her şeyden önce şiirde, gerek edebiyatın bütün
nev’ilerinde nicelikten niteliğe dönmekle mümkün olur. Şiire ve nesre mazinin
ve aynı zamanda alafranga snobizminin yığmış olduğu noksanlıkları, öz ve temiz
eleştirmenler tasfiye ederlerse, şiir ve nesrin Avrupa anlayışını alırsak,
artık yabancı edebiyatlarının taklitçisi olmaktan kurtulursak, kendi ırkımızın
ve kendi iklimimizin yazı numunelerini vermeye heveslenirsek nihayet kendimize
ve yabancılara “Türklerin kendilerini yansıtan edebiyatları vardır” dedirtmeye
başlarsak bu mümkün olmaya yüz tutar. Asıl muhtaç olduğumuz, bizim kendimizin,
kendiliklerimizin edebiyatıdır.
Romana dair görüşlerinizi de merak ediyoruz. Zira günümüzde
roman nev’i, şiir türünden çok daha popüler. Bundan ötürü klavyenin başına
oturan roman yazıyor. İyi bir romancıyı nasıl tarif edersiniz?
Asıl romancı hayat dekoru içinde kaynayan çeşit çeşit insan
örneklerini gözleri bulanmaksızın gören; birbirine benzemeyen, hatta zıt
karakterlerden, ahlâklardan, hırslardan her gün, köşe köşe başlayıp biten bazen
gülünç, bazen acıklı, bazen güzel, bazen çirkin hayat tiyatrosunu resmeden;
hülâsa kendine kapanmayanı başkalarının içinde yaşayıp onları yakından anlayan
sanatkârdır. Bir şehirde bir gecenin manzarasını, o geceki keyfimizle veyahut
kederimizle bir kendi görüşümüz vardır. Gerçek bir romancı böyle bir geceyi
yarattığı on tipe, onların on gece birbirine hiç benzemeyen iç yüzleriyle ayrı
ayrı, hatta zıt renklerde gösterir ve bunu vücuda getirirken hiç zahmet çekmez.
O kadar kendinden sıyrılmış ve tiplerinin içine hâkim olmuştur. Romanı okurken
arkasından kapılıp gittiğimiz vakanın sırrı asıl bundadır. Vakayı yavaş yavaş
inkişaf ettiren, yani hayatı kitap sayfasında canlandıran tılsım, müellifin bu
istidadıdır. Bu bir mevhibedir. Bazen en yüksek şairde bulunmaz da orta halli
bir romancıda bulunur.
[1] Bu
“hayalî” röportaj metni Yahya Kemal’in “Edebiyata Dair” adlı kitabından
iktibaslar yapılarak oluşturulmuştur. Bugün kullanımdan kalkmış bazı kelimeler,
okuru zorlamamak adına günümüzdeki karşılığıyla verilmiştir.
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder