Yahya Kemal Beyatlı ile "Şiir" Üzerine

(Hiçbir insan bir şair kadar talihsiz doğmaz, dunyabizim.com, 31.01.2015)




Siyasî ve dünya görüşü farklı insanların müştereken otorite kabul ettiği, edebî zevki çeşitlilik arz eden büyük kitlelerin hayranlığını kazanmış nadir kişiler arasında tartışmasız Yahya Kemal Beyatlı’yı zikredebiliriz. Şiirleriyle gönlümüze taht kurmuş bu büyük şairin, şiirimiz üzerine ciddi düşünceleri vardır. Biz de bu fikirlerinden müstefit olmak adına kendisine bir takım sualler tevcih ettik.[1]

Muhterem üstadım, yüksek müsaadelerinizle doğrudan konuya girmek istiyorum. Şiir nedir?

Güç bir sual irad ettiniz. Klasik şiirin yıkıldığından beri, şiiri, bin kişi bin türlü tarif ediyor. Âlimler, şarlatanlar ve gerçek şairler diye bütün tarif edenleri üç kola ayırabilirsiniz. Âlimler derler ki “Şiiri yalnız ilim tarif edebilir, balık suyu ne kadar idrak edemezse şair de şiirin ne olduğunu o kadar bilemez; bu bahis ilime aittir.” Âlimlerden sonra gelen ikinci sınıf, ortaya bir şiir nazariyesi koyan, kendi görüşünü yegâne doğru görüş gibi gösteren, ortalığı bir müddet efsunlayan takımdır. İşte bunun için bu takım, şiirin en yakası açılmamış bir tarifini öne sürer, misli görülmemiş, çok nadir ve en yeni görünür snobları peşine takar. Hülâsa bir edebî devri bir müddet safsata ve reklam havasıyla doldurur. Bizde ve Frenk’te, bir kısım gerçek şairler yalnız şahsiyetleriyle tecelli ediyorlar ve sanatlarında eski harcı kullanıyorlar, bir kısım da şahsiyetleriyle beraber yeni bir sanatın çerçevesini beraber getiriyorlar.

Şiir kalpten geçen bir hadisenin lisan halinde tecelli edişidir. Hissin birden bire lisan oluşu ve lisan halinde kalışıdır. Şiir bir nağmedir. Bu nağmeyi ifade etmek için vezin ve lisan ancak ve ancak bir alettir. Şiirde nefes ve ses iki unsurdur. Mısraın ayakları yerden kopmazsa yahut en hafif bir kulağı bir ses gibi doldurmazsa halis şiir değildir. Tabii şiire dair kendi görüşümü yegâne doğru görüş saymaktan uzağım. Bu ancak benim kendi görüşümdür diyebilirim. Bu asırda mademki birbirine zıt şiir çığırları var ve bu çığırlar arkalarından birçok hayranlarını sürüklüyorlar; şiirin yalnız bir türlü tarifine güvenmek hakikate göz yummak olur.

Klasik şiirimizin Batıda bilindiğini düşünüyor musunuz?

Avrupalılar bir şiirimiz olduğunu bilmezler ve Türk’ün bu bahiste de kabiliyetini ceffelkalem inkâr ederler. O kadar asır bir millet gibi beraber yaşadığımız Araplar, şiirimize İsveç ve Norveçliler kadar bigâne kalmışlardır. Hatta şiirde üstadımız olmuş İranlılar da böyle kayıtsızdırlar. Bazı şiir eserlerimizin ecnebî lisanlarındaki tercümeleri umumî değil, hatta mahdut bir tesir bile bırakmış değildir. Lâkin şiirimizin berceste mısralarını, beyitlerini, hatta bazı derli toplu parçalarını iyi okuyup anlayacak bir ecnebi, kabiliyetimize hayran olabilir. Daima bu itikatta bulundum ki Avrupalıların anlayamadıkları eski şiirimiz, anlayıp sevdikleri ve hatta bize sevdirdikleri diğer sanatlarımızdan, meselâ mimarîmizden daha yüksek bir kıymettedir.

Eski şiirimizde fikirden ziyade lirizmin ağır bastığını söyleyebilir miyiz?

Türk edebiyatı fikirden yana fakirdir, bu noksanlığı itiraf ederiz. Türk askerdir. İntizam, inkıyat ve itaati fıtraten sever. Fikir ve tahlil değerini ancak son zamanlarda Avrupalılardan öğrendik. Yalnız zannederim ki bu değer şiirimizde ve nesrimizde hiçbir zaman asıl fıtrî değerlerimiz olan aşk ve ihtiras ile zekâ ve zarafeti geçemez. Edebiyatın başlıca iki değeri olan aşk ve ihtiras ile zekâ ve zarafet Türkte mevcuttur. Hatta Türk yegâne millettir ki bu birbirine zıt iki meziyeti kendinde topluyor. Meselâ hiçbir millet Fuzulî ve Nedim ayarında iki büyük şair gösteremez. Lirizm Türk milletinin başlıca hassasıdır. Türk dinde, harpte, şiirde bu meziyetini en yüksek dereceye çıkardı. Türkün dindeki aşkına misal İslâmiyet’i kabul ettikleri günden itibaren Salib Seferleri’ne o atılışı, Viyana’ya kadar yürüyüşü ve bütün o seferlerdir; harpteki aşkına misal yine böyle binlercedir.

Şu lirik şiiri biraz tarif buyursanız?

Lirik şiir ilimden ve sanattan azadedir. Ne dimağa hitap eder ne de zevke. Kalbinde o ateşten olmayan bir okur, Fuzulî Divanı’nı eline alsa, zanneder ki Fuzulî’nin o kadar metholunan gazelleri bir düziye tekrar eden aynı kelimelerden, aynı mazmunlardan ibarettir. Bu nev’i şiir, şiirin yegâne nev’idir ki fikirde, mazmunda, sanatta yeniliğe asla muhtaç olmaz. Şeyh Galib’in

Tedbîrini terk eyle takdîr Hüdânındır
Sen yoksun o varlıklar hep vehm ü gümânındır
Birden bire buş aşkı bu neş’e bulanındır
Devrân olalı devrân erbâb-ı safânındır

Âşıkda keder neyler gam halk-ı cihânındır
Koyma kadehi elden söz pîr-i mugânındır

diye başlayan müseddesine bir bakınız ama yalnız dimağınızla bakınız; fikir namına ne kadar bayattırlar. Bu şiirin künhü dimağla, gözle görülmez, yalnız kalple anlaşılır. Bu manzume yalnız bir veciddir. Bize bugün bayat mazmunlarıyla yeni ve taze göründüğü gibi birkaç asır sonra okuyacak kalp sahibi Türklere de yeni görünecek. Çünkü şiirde lisan, zevk, fikir, mazmun, her şey eskir; yalnız aşk eskimez ve her dem tazedir.

Aruz vezni – hece vezni mukayeseleri için fikrinizi öğrenebilir miyiz?

Vezinler - ister aruz olsun ister hece - cansız birer alettirler. Tıpkı musıki aletleri gibi. Vezinler mademki vardırlar, ahenge muhakkak elverişlidirler; çünkü vücutları başka türlü tefsir edilemez. Medeniyette her aleti ihtiyaç yarattığı gibi vezinleri de hissiyatı teganni etmek için yaratır. Bizde havassın kullandığı aruzu Arap, halkın kullandığı heceli vezinleri Türk, hislerini teganni etmek ihtiyacıyla kim bilir kaç asır sinelerinde yoğura yoğura yarattılar! Bu iki veznin ahenge kabiliyeti birbirlerinden ne fazladır ne de eksik. Son şekillerinin asırlardan beri bir türlü değişmediği de gösteriyor ki ahenge kabiliyetleri tamdır.

Kötü şiir yazanlar gibi kötü şiir okuyanlar da oluyor, değil mi?

Halis bir şiiri anlamamış, daha açık bir tarifle, o şiirin bestesini ruhuna ve dudaklarına nakletmemiş bir insan onu fena okuyabilir. Hatta şiir inşad etmekte, umumiyetle mahareti olan büyük sahne sanatkârlarının halis bir şiiri kötü okudukları görülmüştür. Halis bir şiiri okumak demek ona şairinin verdiği musıkî ayarıyla, fazla ve eksik bir ses ilâve etmeksizin, musıkîden anlayanların tabiriyle, falsosuz okumak demektir. Okuyabilmek için de ona tam bir vukuf hâsıl etmek, ondan sonra onu hançere ve dudakların tam bir hâkimiyeti ile ifade etmektir.

Çok uzun bir şiir hayatınız var. Şiirden fayda gördünüz mü? Haz hissettiniz mi? Yoksa zarar mı gördünüz?

Şiirden tabii çok haz duydum. Bu haz ömrümü doldurdu. Fakat fayda görmedim; bilâkis zarar gördüm. Bir daha doğmam mümkün olsa önce Kâzım Şinasî’ye danışmadan ve onun nasihatlerini almadan yeryüzüne bir adım atmam. Eğer şiir mukadderatıma karışmasaydı çok isabet olurdu. Yalnız bunu da söyleyeyim ki bir insanın, hayatında şiiri anlamaması büyük bir noksandır. Çünkü hazların en derini ve en güzelidir. Akıllı olanlar yalnız anlamakla iktifa etmelidirler. Şiiri anlamak ve söylememek, yani adını şair çıkarmamak eğer mümkün olursa en iyi yoldur. Dediğim gibi ben bu işte yanılmış olduğumu anladım. Lâkin biraz geç anladım. Şahsıma ait fikrim bu kadardır. Umumî görüşle diyebilirim ki insanın yaratılışına ve hayatına şiirin karışması büyük bir zarardır. Hiçbir insan bir şair kadar talihsiz doğmaz. Gerçek şairler daima aşk saadetinden mahrum yaşar ve ölürler. Kadınlar şair sevmez. Aşkta saadete mazhar olmuş büyük şairler bizde ve Avrupa’da nadirdir.

Türk milletinin iki büyük noksanlığının resimsizlik ve nesirsizlik olduğundan dem vuruyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?

Eğer Türk milletinin resim bir, nesir iki, bu iki sanatı olsaydı bugün milliyetimizin kudreti, olduğundan yüz kat fazla olurdu. Muhayyileyi en fazla işleten bu iki sanatı talih bizden esirgedi. Cedlerimizin resimleri yok, onları hemen hemen bilmiyoruz. Minyatürlerden, Avrupa’nın o asırlardaki ressamlarının levhalarından hayal meyal onları seziyoruz. Nesrimiz, resmimize göre vardı. Lâkin ne yazık ki üç kusurla malûldür. Çok az yazı yazmışız, çok kötü yazı yazmışız, çok kısa yazı yazmışız.

Az, kötü ve kısa yazmamızın sebepleri nelerdir?

Çok az yazı yazmamızın sebebi, Medresenin Arap kitaplarını dizüstü çökerek okumak itiyadına atıf olunur. Bir de milletimizin asker ve iş eri olmasına atıf olunabilir. Çok kötü yazmamızın sebebi, İran nesrinin, nesirde modelimiz oluşudur. Hakikatin ta kendisi budur ki yalnız Latin nesline mensup olan milletler iyi yazmayı bildiler. Çok kısa yazmamızın sebebine gelince, asıl esaslı kusur buradadır. Nesrin, yani asıl manasıyla edebiyatın yüzde seksenini tarih, biyografi, hatırat ve siyasî yazılar teşkil eder. Hepsi birden nihayet tarih olan bu eserlerimizin adetçe az olmalarından, kötü yazılmış olmalarından fazla kısa yazılmaları vahim bir noksan teşkil eder.

Bugünkü edebiyatın seviyesini nasıl görüyorsunuz?

Eski edebiyat başta başa kanunlara tâbi olduğu için birinci sınıfa yükselenler, o kuralların imtihanından geçerek yükselirlerdi. Uzun zamandan beri bizde de, Avrupa’da da olduğu gibi kurallar kalktı, şahsî ve serbest atışlar moda oldu. Bunun iyi tarafı olduğu gibi kötü neticeleri de oluyor. İyi tarafı, şahsiyetlerin en fazla bir ölçüde hususî zevkler ve görüşler getirmesidir. Kötü tarafı ise edebiyat böyle açık ve kanunsuz bir saha olunca o sahaya herkesin girebilmesidir. Biz, işte bu kötü neticeyi fazlaca hissetmiş olduk. Edebî seviyeyi mutlaka yükseltmek lâzımdır.

Nasıl yükselteceğiz? Böyle bir şey mümkün müdür?

Bence her şeyden önce şiirde, gerek edebiyatın bütün nev’ilerinde nicelikten niteliğe dönmekle mümkün olur. Şiire ve nesre mazinin ve aynı zamanda alafranga snobizminin yığmış olduğu noksanlıkları, öz ve temiz eleştirmenler tasfiye ederlerse, şiir ve nesrin Avrupa anlayışını alırsak, artık yabancı edebiyatlarının taklitçisi olmaktan kurtulursak, kendi ırkımızın ve kendi iklimimizin yazı numunelerini vermeye heveslenirsek nihayet kendimize ve yabancılara “Türklerin kendilerini yansıtan edebiyatları vardır” dedirtmeye başlarsak bu mümkün olmaya yüz tutar. Asıl muhtaç olduğumuz, bizim kendimizin, kendiliklerimizin edebiyatıdır.

Romana dair görüşlerinizi de merak ediyoruz. Zira günümüzde roman nev’i, şiir türünden çok daha popüler. Bundan ötürü klavyenin başına oturan roman yazıyor. İyi bir romancıyı nasıl tarif edersiniz?

Asıl romancı hayat dekoru içinde kaynayan çeşit çeşit insan örneklerini gözleri bulanmaksızın gören; birbirine benzemeyen, hatta zıt karakterlerden, ahlâklardan, hırslardan her gün, köşe köşe başlayıp biten bazen gülünç, bazen acıklı, bazen güzel, bazen çirkin hayat tiyatrosunu resmeden; hülâsa kendine kapanmayanı başkalarının içinde yaşayıp onları yakından anlayan sanatkârdır. Bir şehirde bir gecenin manzarasını, o geceki keyfimizle veyahut kederimizle bir kendi görüşümüz vardır. Gerçek bir romancı böyle bir geceyi yarattığı on tipe, onların on gece birbirine hiç benzemeyen iç yüzleriyle ayrı ayrı, hatta zıt renklerde gösterir ve bunu vücuda getirirken hiç zahmet çekmez. O kadar kendinden sıyrılmış ve tiplerinin içine hâkim olmuştur. Romanı okurken arkasından kapılıp gittiğimiz vakanın sırrı asıl bundadır. Vakayı yavaş yavaş inkişaf ettiren, yani hayatı kitap sayfasında canlandıran tılsım, müellifin bu istidadıdır. Bu bir mevhibedir. Bazen en yüksek şairde bulunmaz da orta halli bir romancıda bulunur.





[1] Bu “hayalî” röportaj metni Yahya Kemal’in “Edebiyata Dair” adlı kitabından iktibaslar yapılarak oluşturulmuştur. Bugün kullanımdan kalkmış bazı kelimeler, okuru zorlamamak adına günümüzdeki karşılığıyla verilmiştir.

Hiç yorum yok :