Birisi için “okumuş adam” dendiğinde,
mezkûr kişi hakkında ister istemez müspet hisler besleriz. Çok kitap okumak ve
tahsil görmek, bir insanı toplumumuz içinde muteber yapmaya yeter de artar.
Tanpınar, bir insanın sadece kitap okuduğu için saygı gördüğü bizden başka
toplum yoktur, çünkü okuyan insan sayısı son derece azdır demiştir. Kim bilir,
belki de bundandır. 19.asrın büyük Alman filozoflarından, keskin zekasıyla ve
acı belagatiyle maruf Arthur Schopenhauer ise okumuş kesim için hiç de olumlu düşüncelere
sahip değil. Biz de ezberbozan bir röportaj yapmak gayesiyle, kendisine
okumuşlar hakkındaki kanaatlerini sorduk.[1]
Bay Schopenhauer, köşe yazarı ve aydın adını verdiğimiz bir takım kitleler
var ve bu kitleler mütemadiyen okuyup yazıyorlar. Açıkçası okuyup yazmaktan
başka bir iş yapmıyorlar. Buna binaen her mesele hakkında bir fikirleri var. Bu
tip insanlar için ne dersiniz?
Kendileri dışında sair herkes
hakkında en az fikre sahip insanlar yazmaktan ve okumaktan başka işi olmayan
insanlardır denebilir. Eğer elinden okumaktan ve yazmaktan başka bir şey
gelmeyecekse insanın okuma yazma bilmemesi daha iyidir. Umumiyetle elinde bir
kitapla dolaşan aylak bir adam gerek etrafında olup bitene, gerekse kendi
kafasının içinden geçenlere dikkat kesilme gücünden veya isteğinden o ölçüde
mahrumdur. Böyle birisinin idrakini-anlayışını kendisiyle birlikte cebinde
dolaştırdığı, yahut evinde kütüphanesinin raflarında bıraktığı söylenebilir.
Herhangi bir konuda özgürce aklını kullanıp bir yargıya varmak ona zor gelir.
Okunabilir birtakım şekiller üzerinde gözlerini gezdirirken mekanik bir şekilde
nazarı dikkatini celp etmedikçe herhangi bir tespitte/müşahedede bulunmak,
neticesini bir mülahaza olarak ortaya atmak ona ağır gelir. Düşünce yorgunluğu
onu yıldırır; böyle bir alışkanlığı olmadığı için bu ona tahammül edilmez
gelir. Bu yüzden o zihnin boşluğunu dolduran ve mütemadiyen birbirini iptal
eden sözcüklerle yarı yarıya biçimlenmiş imgelerin birbirini sınırsızca
bıktırıcı takip edişinden hoşnut, yan gelip yatar.
Sadece okuyarak yazan bir yazarın
bütün etkinliği okumaktan ibaret okurdan farkı, birinin okuduğunu diğerinin bir
başka yerden okuyup yazıya dökmesinden ibarettir. Okumuşlar edebiyat âleminin
ağır işçileridirler sadece. Özgün bir eser vücuda getirmek üzere onlardan
çalışmaya koyulmalarını isteseniz yapamazlar, başlan döner; nerede olduklarını
şaşırırlar. Yorulmak bilmez kitap okuyucuları bütün ömrü suret çıkarmakla geçen
tablo kopyacılarına benzerler, ki kendilerine ait bir şey yapmaya
kalkıştıklarında tabiatın canlı biçimlerini çizebilecek kadar çevik bir göze,
sağlam bir ele ve parlak renklere sahip olmadıklarını görürler.
Ya kitap kurdu dediğimiz, gece gündüz kitap okumakla meşgul olan kimseler?
Kitap kurdu, etrafına
kelimelerden örülü basmakalıp hükümlerden bir ağ örer ve etrafındaki eşyayı
sadece başkalarının zihinlerinden yansıyan pırıltılı gölgelerinden görür. O
kitaplarına zihnî-fikrî dayanak diye sıkı sıkıya sarılır; ve onun kendiyle baş
başa kalma korkusu bir boşluktan duyulan ürküntü yahut dehşete benzer, nasıl ki
diğer insanlar alelade havayı teneffüs ederlerse, o da ancak bilgi addettiği şeylerin
atmosferinde yaşayabilir. Onun aklı ödünç alınmış bir şeydir. Kendine ait
fikirleri yoktur ve başka insanların fikirleriyle yaşamak zorundadır. Sert içki
alışkanlığı nasıl midemizi tahrip ederse fikirlerimizi yabancı kaynaklardan
devşirme alışkanlığı da "içimizdeki bütün tefekkür kuvvetini bitkin ve
mecalsiz düşürür". Aklın melekeleri kullanılmadığı, yahut alışkanlık ve
otorite ile kısıtlandığı zaman, kayıtsız, uyuşuk, düşünce yahut eylemin
amaçları için elverişsiz hale gelirler.
Ancak bize daha okul sıralarında, sadece okuyup yazmak suretiyle
hayatta başarılı olacağımız öğretiliyor. Eğitim-öğretim sistemimizle ilgili ne
düşünüyorsunuz?
Bir çocuğun okulda öğrenmeye
gönderildiği ve başarı değerlendirmesinde esas alman şeyler aslında aklın ne en
yüksek ne de en yararlı melekelerinin kullanımını gerektirmez. Hafıza, ihtiyaç duyulan
temel melekedir; gramer, diller, coğrafya, aritmetik vs. derslerini belleyip
ezbere tekrar ederken onun için bu kadarı yeterlidir. O kadar ki, böyle bir
teknik hafızaya en yüksek derecede sahip olup da çocuk dikkatinden daha güçlü
ve daha doğal bir ilgi talep eden başka şeylere karşı çok daha az yatkın olan
bir çocuk okulda en başarılı, en gözde talebe olacaktır. Konuşulan dilin
bölümlerinin tariflerini, dört işlem kaidelerini, yahut bir fiilin çekimlerini
ihtiva eden düsturlar toplamının on yaşındaki bir okul çocuğu için hiçbir cezp
edici tarafı yoktur, meğer ki bir vazife olarak bunlar ona başkaları tarafından
yükleniyor, yahut başka şeylere karşı yeteri kadar ilgi ya da iştiha
duymamasından kaynaklanıyor olsun. Ancak kendisine belletilenleri muhafaza
edebilen, ve ne ayırt etme yeteneğine ne de oynayıp eğlenme ruhuna sahip,
cevval bir akıldan mahrum, bünyece hastalıklı bir çocuk genellikle okulun tam
aradığı çocuktur. Elbette çocuklan mutat dersleri öğrenmekten alıkoyan, yahut
bu değersiz takdir payelerine ulaşmalarını engelleyen bir aptallık derecesi
vardır. Fakat aptallık addedilen şey çoğu kez ilgi eksikliği, dikkati belli bir
nokta üzerinde yoğunlaştıracak yeterli saikten yoksunluk, okul eğitiminin kuru
ve anlamsız meşguliyetlerine katlanmayı sağlayacak bir özdisiplin becerisi
noksanlığıdır. En yüksek kabiliyetler bu değersiz meşguliyetlerin ne kadar
fevkinde ise, en kör ya da küt olanları da o kadar altındadır.
Bahsettiğiniz tefessüh üniversitelerdeki eğitim ve öğretimde de geçerli
midir?
Öğretmenler para kazanmak için ve
bilgeliği değil fakat onun görünüşünü ve saygınlığını yüksek gaye edindikleri
için öğretirler; talebeler bilgi ve derin anlayış edinmek için değil, fakat
konuşma melekesi edinip gevezelik edebilmek ve caka satmak için öğrenirler. Her
otuz yılda bir dünyaya hiçbir konuda hiçbir şey bilmeyen yeni bir nesil, genç
bir kuşak gelir. Şimdi bunlar binlerce yıldır biriktirilmiş her türlü beşeri
bilginin neticelerine büyük bir aceleyle saldırırlar ve her şeyi yalayıp
yutmak, kısa yoldan gelip geçmiş bütün kuşaklardan daha zeki ve becerikli olmak
isterler. Bu amaçla üniversitelere giderler, dönemlerine ve yaşlarına uygun
yoldaşlar olarak kitaplar, hatta en yenilerini ve en son çıkmış olanları
seçerler. Seçtiklerinde tek şey ararlar: her şey kısa ve yeni olsun, kendileri
gibi! Ardından ellerinden geldiğince hevesli ve hararetli bir şekilde
değerlendirmeye ve eleştirmeye başlarlar. Burada sırf maişeti tedarik etmek
amacıyla yapılmış araştırmaları nazarıitibara almıyorum. Akla gelebilecek her
şey hakkında: taşlar, bitkiler, savaşlar, tecrübeler ve mevcut bütün kitaplar
hakkında tek tek ve toplu olarak malumat sahibi olmayı bir şeref ve itibar
meselesi haline getirirler. Malumat denilen şeyin derin kavrayış için bir
araçtan ibaret olduğu, kendi başına çok az veya hiçbir kıymet ifade etmediği
asla akıllarına gelmez. Buna karşılık bir kimseyi filozof yapan şey onun
düşünme tarzıdır. Şu büyük üstatların etkileyici allamelikleri karşısında kendi
kendime şöyle seslenirim: "Ah, bu kadar çok okuyabilmek için ne kadar az
düşünmek zorunda kalmış olmalılar!"
Fakat nedense belli bir eğitim-öğretim sürecinden geçmiş kişilerin, aldıkları
tahsille övündüklerine şahit oluyoruz.
Okumuşlar insanların yahut
eşyanın değil, isimlerin ve tarihlerin bilgisiyle övünürler. Kapı komşularını
ne düşünür, ne onlar için kaygılanırlar. Tanışları arasında en eskisinin bir
düzenbaz mı yoksa bir budala mı olduğunu bilmezler, ama tarihteki belli başlı
şahsiyetler hakkında çalımlı, gösterişli bir konferans verebilirler. Bir
nesnenin siyah mı beyaz mı, yuvarlak mı dört köşe mi olduğunu söyleyemezler,
ama ışık biliminin yasaları ve perspektif kuralları hakkında sözüm ona bir
uzmandırlar. Oysa kör birisi renkler hakkında ne bilirse bunların
konuştuklarının kıymeti de ondan öteye geçmez. ne en basit meseleye tatminkâr
bir cevap sunarlar, ne de önlerine gelen herhangi gerçek bir mesele hakkında
savundukları görüş bir kez olsun doğruluk payı taşır. Böyle iken onlar ne
kendilerinin ne de yaşayan başka herhangi birisinin zan ve tahmin dışında en
küçük bir bilgi kırıntısına sahip olamayacağı her konuda, kendilerini şaşmaz
yanılmaz bir hâkim olarak takdim ederler. Ölü dillerin tümünde ve yaşayan
dillerin çoğunda bir uzmandırlar; fakat kendi dillerini ne akıcı bir şekilde
konuşabilir ne de doğru bir şekilde yazabilirler. Elinden ne ticaret gelir ne zanaat. Ne hünere
ne şansa dayanan oyunlardan anladığı vardır. O ne tababette, ziraatta,
inşaatta, ne de ahşap veya demir işlemede bir maharet sahibidir. Kendi el
emeğiyle bir alet yapamaz, yapılmış olanı kullanamaz. Onun eli ne sabana
küreğe, ne çekice iskarpelaya yakışır. Ne avcılıktan ne balıkçılıktan anlar, ne
atları ne köpekleri tanır, ne eskirimden ne danstan hoşlanır. Bütün sanatların
ve bilimlerin okumuş profesörü bunların hiçbirinde bilfiil bir beceri sahibi
değildir, ama her biri hakkında bir ansiklopedi maddesi kaleme alabilir.
Ansiklopedi maddesi demişken, akademisyenlerimizin hâl-i pür melâli
hakkında ne söylemek istersiniz?
Okumuşların çoğu bilgi
dağarcığına bir araç değil bir amaç olarak bakar ve bu sebepten ötürü ortaya
hiçbir zaman büyük bir şey koyamazlar, çünkü bunun için herhangi bir bilgi
dalıyla uğraşan birinin onu bir amaç olarak görmesi, sair her şeye hatta
hayatın kendisine bile sadece bir araç olarak bakması gerekir. Çünkü sırf
kendisi için, kendisinden ötürü uğraşılmaya değer bulunmayan her şey ancak
yarım uğraş konusudur; hangi alanda olursa olsun hakiki mükemmeliyete ancak
eserin başka bir amaç için bir araç olarak değil, sırf kendisi için üretildiği
yerde ulaşılabilir. Benzer şekilde yeni ve büyük fikirler ile derin anlayışa
ancak bilgiyi kendileri için elde etmek isteyen ve bunu araştırmalarının
doğrudan amacı haline getirip başkalarının bilgisiyle ilgilenmeyenler
ulaşacaklardır. Fakat okumuşlar genellikle ders verebilmek ve kitap yazabilmek
için okurlar ve bu yüzden de kafaları besin maddelerini hazmedilmemiş olarak
bırakan mide ve bağırsaklara benzer. Bu sebepten ötürü öğrettiklerinin ve yazdıklarının
da çok az faydası olacaktır; çünkü başkaları hazmedilmemiş süprüntü ve
atıklarla değil, fakat sadece kanın kendisinden salgılanmış olan sütle
beslenebilirler.
Profesörler ve bağımsız bilginler
arasında öteden beri hep belli bir husumet olagelmiştir. Bu husumet belki de
köpeklerle kurtlar arasındaki kavga misal gösterilerek açıklanabilir.
Profesörler konumları sayesinde çağdaşları arasında tanınma bakımından büyük
üstünlüklere sahiptir. Buna karşılık sahip oldukları imkânlar itibariyle bağımsız
bilginlerin gelecek nesiller arasında tanınma bakımından büyük üstünlükleri
vardır, çünkü bunun için başka ve çok daha ender bulunur şeylerle birlikte
belli bir serbest vakte ve bağımsızlığa ihtiyaç duyulur. Dikkatini üzerine
yoğunlaştıracağı şeyi keşfetmek insanın uzun zamanını aldığı için bu ikisi yan
yana çalışabilir. Genel olarak profesörlüklerin arpalığı geviş getiren ve
biteviye aynı şeyleri tekrarlayıp duranlar için en uygun yerdir. Buna karşılık
kendi yiyeceklerini tabiatın ellerinde bulanlar için açıkta olmak çok daha
iyidir. Hep biliriz, en büyük deha sahibi insanlarımız, okulda yahut
üniversitede elde ettikleri dereceler bakımından en seçkin olanlar değildir.
Mamafih ilmin sadece belli bir alanında uzmanlaşmakla kendisini
havastan görenlerin sayısı azımsanmayacak kadar çok.
Bütün bilgi dallan o kadar geniş
ve kapsamlıdır ki kim "bir şey yapmak istese" geri kalanların tümüne
sağır kalmak pahasına özel bir dal ile uğraşsa yeterlidir. Bu durumda o elbette
uğraşı alanı olarak seçtiği konuda avamdan üstün, ama sair her şeyde onlardan
farksız olacaktır. Buna bir de beşeri bilimler alanında her gün genel eğitimden
kaldırıldığına tanık olduğumuz eski dillerin ihmali eklendiğinde kendi özel
bilgi dallarının dışında gerçekten ebleh ve ahmaklardan farklı yanları olmayan
bu okumuşlar takımıyla karşılaşırız. Genel olarak kendi ilgi alanının dışındaki
her şeye kapalı böyle bir uzman bütün ömrü belli bir alet veya makine için
belli bir vida, kanca yahut kol yapmakla geçen ve elbette bunda inanılmaz bir
maharet ve ustalık kazanmış olan fabrikadaki işçiden farksızdır.
Birinci sınıf kafalar asla uzman
olmazlar. Çünkü yaradılışları gereği onlar hayatın şu veya bu sahasını değil
tümünü mesele haline getirirler ve onların her biri bu konuda insanlığa yeni
bir form ve yeni bir tarzda yeni bilgi sunarlar. Deha ismini sadece o hak eder,
sadece o, şeylerin bütünlüğünü, onların temel ve külli veçhesini eserlerinin
konusu olarak seçer, bütün ömrünü şeylerin birbirleriyle özel ilişkilerini
açıklamaya çalışmakla tüketmez.
Peki, bilhassa üniversitelerde eğitim-öğretimin iyileştirilmesi adına
teklifleriniz var mı?
Yirmi yaşından önce hiç kimsenin
üniversiteye gitmesine izin verilmemelidir. Üniversiteye girecek öğrencinin
kendisine bir üniversite yeterlik sınavı için bir belge verilmezden evvel iki
eski dilden geçmesi gerekir. Buna herkesin üniversitedeki ilk yılında bütünüyle
felsefeye tahsis edilmiş derslere devam zorunluluğu da şart koşulmalı ve bir
kural olarak eklenmelidir: öğrenci ilk yılını doldurmadan üç ana fakültenin
derslerine kesinlikle kabul edilmemelidir. İlahiyat fakültesinin öğrencileri
buna iki yıl, hukuk fakültesininkiler üç yıl, tıp fakültesininkiler dört yıl
ayıracaklardır. Öte yandan eğitim öğretim eski diller, tarih, matematik ve
üslup/belagatla sınırlanabilir ve bilhassa ilkinde daha tam olabilir. Diğer bütün konularda altıncı sınıfta olan
öğrenci onuru, gururu kırılmaksızm matematik için ancak dördüncü sınıfta
olabilir ve ayrıca tersi. Herkes ancak bu şekilde bu konu hakkında yeteneğine
uygun olarak bu özel düzenlemeyle bir şey öğrenebilir.
Profesörler elbette yukarıdaki
öneriye sıcak bakmayacaklardır, çünkü onlar öğrencilerin niteliğinden çok
niceliğiyle ilgilenirler. Bu yüzden aşağıdaki öneriyi de desteklemeyeceklerdir.
Mezuniyetler kesinlikle meccani olmalıdır, böylece profesörlerin kazanç hırsı
yüzünden gözden düşmüş olan doktora payesinin itibarı geri kazanılabilir. Bunun
karşılığında doktora payesi için daha sonraki devlet sınavları kaldırılabilir.
Yabancı dil öğretimine dair fikriniz nedir? Sizce yabancı dil şart
mıdır?
Çeşitli dillerin öğrenilmesi
sadece dolaylı değil fakat aynı zamanda doğrudan irfan edinme yoludur ve
fevkalade müessir olan entelektüel bir yoldur. V. Charles'ın sözünün arkasında
yatan budur: "Ne kadar lisan o kadar insan". Bunun sebebi şudur:
Belli bir dildeki her bir sözcük için öteki dillerde tam bir karşılık yoktur;
dolayısıyla bir dilin sözcükleriyle anlatılan bütün kavramlar başka bir dilin
sözcükleriyle ifade edilen kavramlarla tam olarak aynı değildir. Bütün
çevirilerin zorunlu olarak eksik/kusurlu olmasının sebebi budur. Bir dilden bir
diğerine o dile özgü, veciz ve anlamlı bir pasajı tam ve eksiksiz olarak aynı
etkiyi doğuracak şekilde çevirmek zordur. Bir dil öğrenilirken en başta
karşılaşılan güçlük o dilin tam denk gelen bir sözcüğe sahip olduğu her
kavramı, çoğu zaman böyle olduğu üzere dilimiz bunu tam olarak karşılayan bir
sözcüğe sahip olmadığında bile öğrenmede yatar. Dolayısıyla yabancı bir dili öğrenirken
zihnimizde bütünüyle yeni olan çeşitli kavram sterleri için bir yer
ayırmalıyız. Neticede daha önce olmayan yerde kavram sterleri oluşur; ve
böylece sadece sözcükleri öğrenmekle kalmaz, yeni kavramlar ve fikirler de
ediniriz.
Bir yabancı dilin öğrenilmesiyle
yeni sembollere anlam vermek için yeni kavramların oluştuğu; daha önce bunlar
için tek bir sözcük var olduğundan dolayı daha geniş dolayısıyla daha az
belirli bir kavram oluşturmak için bir araya gelmiş olan kavramların ayrıldığı;
yabancı dil o kavramı kendine özgü mecaz veya kinayeyle ifade ettiği için daha
önce bilinmeyen irtibatların ve münasebetlerin keşfedildiği; dolayısıyla yeni
edinilmiş dil sayesinde hudutsuz sayıda nüans, analogia, çekim, ayırıcı özellik
ve bağıntının farkına varıldığı; ve böylece her şey hakkında daha kapsayıcı bir
görüşe ulaşıldığı açığa kavuşur. Şimdi bu demektir ki her bir dille farklı
düşünürüz; dolayısıyla her bir yeni dil öğrenimiyle düşünmemiz yeni bir değişim
geçirir, önünde yeni ufuklar açılır; beraberinde getirdiği birçok dolaylı
faydayla birlikte çok dillilik zihin eğitiminin doğrudan aracıdır, çünkü o çok
sayıda kavramın muhtelif veçhelerinin ve ince ayrımlarının farkına varmamız
sayesinde görüşlerimizi düzeltir ve kemale erdirir. Ayrıca birden fazla dile hâkim
olmakla kavram sözcükten giderek daha fazla ayrıldığı için düşünmemizin
mahareti ve cevvaliyeti artar.
Haklısınız. Yabancı dil konusu açılmışken size son olarak bir şey daha
sormak istiyorum bayım. Ülkemiz genelinde yabancı dil öğrenme sıkıntısı var. Birçok
kişi bunun, ana dilini iyi bilmemekten kaynaklandığını düşünüyor. Siz bu
hususta ne buyurursunuz?
Sınırlı yetenek sahipleri bir
yabancı dile kelimenin gerçek anlamında kolayca hâkim olmazlar. Doğru, yabancı
sözcükleri öğrenirler, ama bunları her zaman ancak kendi dillerindeki yaklaşık
muadilleri anlamında kullanırlar ve ona özgü ifade ve deyimleri sürekli olarak
muhafaza ederler. Mamafih onların hâkim olamadıkları yabancı dilin ruhudur ve
bu gerçekte onların düşünmelerinin kendi kaynaklarından gerçekleşmemesi fakat
büyük ölçüde anadillerinden ödünç alınmasından kaynaklanır, ki onun mevcut
ifade ve deyimleri kendileri için özgün düşüncelerin muadilidir. Dahası bunlar
kendi dillerinde bile her zaman sadece basmakalıp deyimlerden yararlanırlar;
hatta bunlar bile o kadar maharetten yoksun bir şekilde bir araya getirilirler
ki bunların anlamlarının ne kadar eksik ve kusurlu bir şekilde farkında
olduklarını ve bütün düşünmelerinin sözcüklerin ötesine geçen bir derinlikten
ne Kadar yoksun olduğunu, o kadar ki bu haliyle papağan gevezeliğinden çok da
farklı yanlarının olmadığını görürüz. Çünkü bir kimsenin kullandığı deyimin
özgünlüğü ve her ifadenin yerli yerine oturuşu seçkin bir zekânın şaşmaz bir
belirtisidir. Öğrenilecek dilin müstakil ve münferit sözcüklerle ifade ettiği
kavramların tamamını doğru bir şekilde kavradıktan sonra; o dilin her bir
sözcüğüne karşılık gelen kavramı tam olarak doğrudan hatırladığımızda ve önce o
sözcüğü Kendi dilimizin bir sözcüğüne aktarmayıp ardından bu sözcüğün ifade
ettiği kavramı düşünmediğimizde, işte ancak o zaman öğrenilecek dilin ruhunu
kavramış ve onu konuşan milletin karakterini öğrenmede büyük bir adım atmış
oluruz.
[1] Bu hayalî
röportaj metni, Arthur Schopenhauer’un “Okumaya ve Okumuşlara Dair” adlı
kitabından iktibaslar yapılarak oluşturulmuştur.
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder