Arthur Schopenhauer ile "Okumuşlar" Üzerine

(Kitap kurdunun aklı ödünç alınmış akıldır; dunyabizim.com; 31.07.2015)


Birisi için “okumuş adam” dendiğinde, mezkûr kişi hakkında ister istemez müspet hisler besleriz. Çok kitap okumak ve tahsil görmek, bir insanı toplumumuz içinde muteber yapmaya yeter de artar. Tanpınar, bir insanın sadece kitap okuduğu için saygı gördüğü bizden başka toplum yoktur, çünkü okuyan insan sayısı son derece azdır demiştir. Kim bilir, belki de bundandır. 19.asrın büyük Alman filozoflarından, keskin zekasıyla ve acı belagatiyle maruf Arthur Schopenhauer ise okumuş kesim için hiç de olumlu düşüncelere sahip değil. Biz de ezberbozan bir röportaj yapmak gayesiyle, kendisine okumuşlar hakkındaki kanaatlerini sorduk.[1]

Bay Schopenhauer, köşe yazarı ve aydın adını verdiğimiz bir takım kitleler var ve bu kitleler mütemadiyen okuyup yazıyorlar. Açıkçası okuyup yazmaktan başka bir iş yapmıyorlar. Buna binaen her mesele hakkında bir fikirleri var. Bu tip insanlar için ne dersiniz?

Kendileri dışında sair herkes hakkında en az fikre sahip insanlar yazmaktan ve okumaktan başka işi olmayan insanlardır denebilir. Eğer elinden okumaktan ve yazmaktan başka bir şey gelmeyecekse insanın okuma yazma bilmemesi daha iyidir. Umumiyetle elinde bir kitapla dolaşan aylak bir adam gerek etrafında olup bitene, gerekse kendi kafasının içinden geçenlere dikkat kesilme gücünden veya isteğinden o ölçüde mahrumdur. Böyle birisinin idrakini-anlayışını kendisiyle birlikte cebinde dolaştırdığı, yahut evinde kütüphanesinin raflarında bıraktığı söylenebilir. Herhangi bir konuda özgürce aklını kullanıp bir yargıya varmak ona zor gelir. Okunabilir birtakım şekiller üzerinde gözlerini gezdirirken mekanik bir şekilde nazarı dikkatini celp etmedikçe herhangi bir tespitte/müşahedede bulunmak, neticesini bir mülahaza olarak ortaya atmak ona ağır gelir. Düşünce yorgunluğu onu yıldırır; böyle bir alışkanlığı olmadığı için bu ona tahammül edilmez gelir. Bu yüzden o zihnin boşluğunu dolduran ve mütemadiyen birbirini iptal eden sözcüklerle yarı yarıya biçimlenmiş imgelerin birbirini sınırsızca bıktırıcı takip edişinden hoşnut, yan gelip yatar.

Sadece okuyarak yazan bir yazarın bütün etkinliği okumaktan ibaret okurdan farkı, birinin okuduğunu diğerinin bir başka yerden okuyup yazıya dökmesinden ibarettir. Okumuşlar edebiyat âleminin ağır işçileridirler sadece. Özgün bir eser vücuda getirmek üzere onlardan çalışmaya koyulmalarını isteseniz yapamazlar, başlan döner; nerede olduklarını şaşırırlar. Yorulmak bilmez kitap okuyucuları bütün ömrü suret çıkarmakla geçen tablo kopyacılarına benzerler, ki kendilerine ait bir şey yapmaya kalkıştıklarında tabiatın canlı biçimlerini çizebilecek kadar çevik bir göze, sağlam bir ele ve parlak renklere sahip olmadıklarını görürler.

Ya kitap kurdu dediğimiz, gece gündüz kitap okumakla meşgul olan kimseler?

Kitap kurdu, etrafına kelimelerden örülü basmakalıp hükümlerden bir ağ örer ve etrafındaki eşyayı sadece başkalarının zihinlerinden yansıyan pırıltılı gölgelerinden görür. O kitaplarına zihnî-fikrî dayanak diye sıkı sıkıya sarılır; ve onun kendiyle baş başa kalma korkusu bir boşluktan duyulan ürküntü yahut dehşete benzer, nasıl ki diğer insanlar alelade havayı teneffüs ederlerse, o da ancak bilgi addettiği şeylerin atmosferinde yaşayabilir. Onun aklı ödünç alınmış bir şeydir. Kendine ait fikirleri yoktur ve başka insanların fikirleriyle yaşamak zorundadır. Sert içki alışkanlığı nasıl midemizi tahrip ederse fikirlerimizi yabancı kaynaklardan devşirme alışkanlığı da "içimizdeki bütün tefekkür kuvvetini bitkin ve mecalsiz düşürür". Aklın melekeleri kullanılmadığı, yahut alışkanlık ve otorite ile kısıtlandığı zaman, kayıtsız, uyuşuk, düşünce yahut eylemin amaçları için elverişsiz hale gelirler.

Ancak bize daha okul sıralarında, sadece okuyup yazmak suretiyle hayatta başarılı olacağımız öğretiliyor. Eğitim-öğretim sistemimizle ilgili ne düşünüyorsunuz?

Bir çocuğun okulda öğrenmeye gönderildiği ve başarı değerlendirmesinde esas alman şeyler aslında aklın ne en yüksek ne de en yararlı melekelerinin kullanımını gerektirmez. Hafıza, ihtiyaç duyulan temel melekedir; gramer, diller, coğrafya, aritmetik vs. derslerini belleyip ezbere tekrar ederken onun için bu kadarı yeterlidir. O kadar ki, böyle bir teknik hafızaya en yüksek derecede sahip olup da çocuk dikkatinden daha güçlü ve daha doğal bir ilgi talep eden başka şeylere karşı çok daha az yatkın olan bir çocuk okulda en başarılı, en gözde talebe olacaktır. Konuşulan dilin bölümlerinin tariflerini, dört işlem kaidelerini, yahut bir fiilin çekimlerini ihtiva eden düsturlar toplamının on yaşındaki bir okul çocuğu için hiçbir cezp edici tarafı yoktur, meğer ki bir vazife olarak bunlar ona başkaları tarafından yükleniyor, yahut başka şeylere karşı yeteri kadar ilgi ya da iştiha duymamasından kaynaklanıyor olsun. Ancak kendisine belletilenleri muhafaza edebilen, ve ne ayırt etme yeteneğine ne de oynayıp eğlenme ruhuna sahip, cevval bir akıldan mahrum, bünyece hastalıklı bir çocuk genellikle okulun tam aradığı çocuktur. Elbette çocuklan mutat dersleri öğrenmekten alıkoyan, yahut bu değersiz takdir payelerine ulaşmalarını engelleyen bir aptallık derecesi vardır. Fakat aptallık addedilen şey çoğu kez ilgi eksikliği, dikkati belli bir nokta üzerinde yoğunlaştıracak yeterli saikten yoksunluk, okul eğitiminin kuru ve anlamsız meşguliyetlerine katlanmayı sağlayacak bir özdisiplin becerisi noksanlığıdır. En yüksek kabiliyetler bu değersiz meşguliyetlerin ne kadar fevkinde ise, en kör ya da küt olanları da o kadar altındadır.

Bahsettiğiniz tefessüh üniversitelerdeki eğitim ve öğretimde de geçerli midir?

Öğretmenler para kazanmak için ve bilgeliği değil fakat onun görünüşünü ve saygınlığını yüksek gaye edindikleri için öğretirler; talebeler bilgi ve derin anlayış edinmek için değil, fakat konuşma melekesi edinip gevezelik edebilmek ve caka satmak için öğrenirler. Her otuz yılda bir dünyaya hiçbir konuda hiçbir şey bilmeyen yeni bir nesil, genç bir kuşak gelir. Şimdi bunlar binlerce yıldır biriktirilmiş her türlü beşeri bilginin neticelerine büyük bir aceleyle saldırırlar ve her şeyi yalayıp yutmak, kısa yoldan gelip geçmiş bütün kuşaklardan daha zeki ve becerikli olmak isterler. Bu amaçla üniversitelere giderler, dönemlerine ve yaşlarına uygun yoldaşlar olarak kitaplar, hatta en yenilerini ve en son çıkmış olanları seçerler. Seçtiklerinde tek şey ararlar: her şey kısa ve yeni olsun, kendileri gibi! Ardından ellerinden geldiğince hevesli ve hararetli bir şekilde değerlendirmeye ve eleştirmeye başlarlar. Burada sırf maişeti tedarik etmek amacıyla yapılmış araştırmaları nazarıitibara almıyorum. Akla gelebilecek her şey hakkında: taşlar, bitkiler, savaşlar, tecrübeler ve mevcut bütün kitaplar hakkında tek tek ve toplu olarak malumat sahibi olmayı bir şeref ve itibar meselesi haline getirirler. Malumat denilen şeyin derin kavrayış için bir araçtan ibaret olduğu, kendi başına çok az veya hiçbir kıymet ifade etmediği asla akıllarına gelmez. Buna karşılık bir kimseyi filozof yapan şey onun düşünme tarzıdır. Şu büyük üstatların etkileyici allamelikleri karşısında kendi kendime şöyle seslenirim: "Ah, bu kadar çok okuyabilmek için ne kadar az düşünmek zorunda kalmış olmalılar!"

Fakat nedense belli bir eğitim-öğretim sürecinden geçmiş kişilerin, aldıkları tahsille övündüklerine şahit oluyoruz.

Okumuşlar insanların yahut eşyanın değil, isimlerin ve tarihlerin bilgisiyle övünürler. Kapı komşularını ne düşünür, ne onlar için kaygılanırlar. Tanışları arasında en eskisinin bir düzenbaz mı yoksa bir budala mı olduğunu bilmezler, ama tarihteki belli başlı şahsiyetler hakkında çalımlı, gösterişli bir konferans verebilirler. Bir nesnenin siyah mı beyaz mı, yuvarlak mı dört köşe mi olduğunu söyleyemezler, ama ışık biliminin yasaları ve perspektif kuralları hakkında sözüm ona bir uzmandırlar. Oysa kör birisi renkler hakkında ne bilirse bunların konuştuklarının kıymeti de ondan öteye geçmez. ne en basit meseleye tatminkâr bir cevap sunarlar, ne de önlerine gelen herhangi gerçek bir mesele hakkında savundukları görüş bir kez olsun doğruluk payı taşır. Böyle iken onlar ne kendilerinin ne de yaşayan başka herhangi birisinin zan ve tahmin dışında en küçük bir bilgi kırıntısına sahip olamayacağı her konuda, kendilerini şaşmaz yanılmaz bir hâkim olarak takdim ederler. Ölü dillerin tümünde ve yaşayan dillerin çoğunda bir uzmandırlar; fakat kendi dillerini ne akıcı bir şekilde konuşabilir ne de doğru bir şekilde yazabilirler.  Elinden ne ticaret gelir ne zanaat. Ne hünere ne şansa dayanan oyunlardan anladığı vardır. O ne tababette, ziraatta, inşaatta, ne de ahşap veya demir işlemede bir maharet sahibidir. Kendi el emeğiyle bir alet yapamaz, yapılmış olanı kullanamaz. Onun eli ne sabana küreğe, ne çekice iskarpelaya yakışır. Ne avcılıktan ne balıkçılıktan anlar, ne atları ne köpekleri tanır, ne eskirimden ne danstan hoşlanır. Bütün sanatların ve bilimlerin okumuş profesörü bunların hiçbirinde bilfiil bir beceri sahibi değildir, ama her biri hakkında bir ansiklopedi maddesi kaleme alabilir.

Ansiklopedi maddesi demişken, akademisyenlerimizin hâl-i pür melâli hakkında ne söylemek istersiniz?

Okumuşların çoğu bilgi dağarcığına bir araç değil bir amaç olarak bakar ve bu sebepten ötürü ortaya hiçbir zaman büyük bir şey koyamazlar, çünkü bunun için herhangi bir bilgi dalıyla uğraşan birinin onu bir amaç olarak görmesi, sair her şeye hatta hayatın kendisine bile sadece bir araç olarak bakması gerekir. Çünkü sırf kendisi için, kendisinden ötürü uğraşılmaya değer bulunmayan her şey ancak yarım uğraş konusudur; hangi alanda olursa olsun hakiki mükemmeliyete ancak eserin başka bir amaç için bir araç olarak değil, sırf kendisi için üretildiği yerde ulaşılabilir. Benzer şekilde yeni ve büyük fikirler ile derin anlayışa ancak bilgiyi kendileri için elde etmek isteyen ve bunu araştırmalarının doğrudan amacı haline getirip başkalarının bilgisiyle ilgilenmeyenler ulaşacaklardır. Fakat okumuşlar genellikle ders verebilmek ve kitap yazabilmek için okurlar ve bu yüzden de kafaları besin maddelerini hazmedilmemiş olarak bırakan mide ve bağırsaklara benzer. Bu sebepten ötürü öğrettiklerinin ve yazdıklarının da çok az faydası olacaktır; çünkü başkaları hazmedilmemiş süprüntü ve atıklarla değil, fakat sadece kanın kendisinden salgılanmış olan sütle beslenebilirler.

Profesörler ve bağımsız bilginler arasında öteden beri hep belli bir husumet olagelmiştir. Bu husumet belki de köpeklerle kurtlar arasındaki kavga misal gösterilerek açıklanabilir. Profesörler konumları sayesinde çağdaşları arasında tanınma bakımından büyük üstünlüklere sahiptir. Buna karşılık sahip oldukları imkânlar itibariyle bağımsız bilginlerin gelecek nesiller arasında tanınma bakımından büyük üstünlükleri vardır, çünkü bunun için başka ve çok daha ender bulunur şeylerle birlikte belli bir serbest vakte ve bağımsızlığa ihtiyaç duyulur. Dikkatini üzerine yoğunlaştıracağı şeyi keşfetmek insanın uzun zamanını aldığı için bu ikisi yan yana çalışabilir. Genel olarak profesörlüklerin arpalığı geviş getiren ve biteviye aynı şeyleri tekrarlayıp duranlar için en uygun yerdir. Buna karşılık kendi yiyeceklerini tabiatın ellerinde bulanlar için açıkta olmak çok daha iyidir. Hep biliriz, en büyük deha sahibi insanlarımız, okulda yahut üniversitede elde ettikleri dereceler bakımından en seçkin olanlar değildir.

Mamafih ilmin sadece belli bir alanında uzmanlaşmakla kendisini havastan görenlerin sayısı azımsanmayacak kadar çok.

Bütün bilgi dallan o kadar geniş ve kapsamlıdır ki kim "bir şey yapmak istese" geri kalanların tümüne sağır kalmak pahasına özel bir dal ile uğraşsa yeterlidir. Bu durumda o elbette uğraşı alanı olarak seçtiği konuda avamdan üstün, ama sair her şeyde onlardan farksız olacaktır. Buna bir de beşeri bilimler alanında her gün genel eğitimden kaldırıldığına tanık olduğumuz eski dillerin ihmali eklendiğinde kendi özel bilgi dallarının dışında gerçekten ebleh ve ahmaklardan farklı yanları olmayan bu okumuşlar takımıyla karşılaşırız. Genel olarak kendi ilgi alanının dışındaki her şeye kapalı böyle bir uzman bütün ömrü belli bir alet veya makine için belli bir vida, kanca yahut kol yapmakla geçen ve elbette bunda inanılmaz bir maharet ve ustalık kazanmış olan fabrikadaki işçiden farksızdır.

Birinci sınıf kafalar asla uzman olmazlar. Çünkü yaradılışları gereği onlar hayatın şu veya bu sahasını değil tümünü mesele haline getirirler ve onların her biri bu konuda insanlığa yeni bir form ve yeni bir tarzda yeni bilgi sunarlar. Deha ismini sadece o hak eder, sadece o, şeylerin bütünlüğünü, onların temel ve külli veçhesini eserlerinin konusu olarak seçer, bütün ömrünü şeylerin birbirleriyle özel ilişkilerini açıklamaya çalışmakla tüketmez.

Peki, bilhassa üniversitelerde eğitim-öğretimin iyileştirilmesi adına teklifleriniz var mı?

Yirmi yaşından önce hiç kimsenin üniversiteye gitmesine izin verilmemelidir. Üniversiteye girecek öğrencinin kendisine bir üniversite yeterlik sınavı için bir belge verilmezden evvel iki eski dilden geçmesi gerekir. Buna herkesin üniversitedeki ilk yılında bütünüyle felsefeye tahsis edilmiş derslere devam zorunluluğu da şart koşulmalı ve bir kural olarak eklenmelidir: öğrenci ilk yılını doldurmadan üç ana fakültenin derslerine kesinlikle kabul edilmemelidir. İlahiyat fakültesinin öğrencileri buna iki yıl, hukuk fakültesininkiler üç yıl, tıp fakültesininkiler dört yıl ayıracaklardır. Öte yandan eğitim öğretim eski diller, tarih, matematik ve üslup/belagatla sınırlanabilir ve bilhassa ilkinde daha tam olabilir.  Diğer bütün konularda altıncı sınıfta olan öğrenci onuru, gururu kırılmaksızm matematik için ancak dördüncü sınıfta olabilir ve ayrıca tersi. Herkes ancak bu şekilde bu konu hakkında yeteneğine uygun olarak bu özel düzenlemeyle bir şey öğrenebilir.

Profesörler elbette yukarıdaki öneriye sıcak bakmayacaklardır, çünkü onlar öğrencilerin niteliğinden çok niceliğiyle ilgilenirler. Bu yüzden aşağıdaki öneriyi de desteklemeyeceklerdir. Mezuniyetler kesinlikle meccani olmalıdır, böylece profesörlerin kazanç hırsı yüzünden gözden düşmüş olan doktora payesinin itibarı geri kazanılabilir. Bunun karşılığında doktora payesi için daha sonraki devlet sınavları kaldırılabilir.

Yabancı dil öğretimine dair fikriniz nedir? Sizce yabancı dil şart mıdır?

Çeşitli dillerin öğrenilmesi sadece dolaylı değil fakat aynı zamanda doğrudan irfan edinme yoludur ve fevkalade müessir olan entelektüel bir yoldur. V. Charles'ın sözünün arkasında yatan budur: "Ne kadar lisan o kadar insan". Bunun sebebi şudur: Belli bir dildeki her bir sözcük için öteki dillerde tam bir karşılık yoktur; dolayısıyla bir dilin sözcükleriyle anlatılan bütün kavramlar başka bir dilin sözcükleriyle ifade edilen kavramlarla tam olarak aynı değildir. Bütün çevirilerin zorunlu olarak eksik/kusurlu olmasının sebebi budur. Bir dilden bir diğerine o dile özgü, veciz ve anlamlı bir pasajı tam ve eksiksiz olarak aynı etkiyi doğuracak şekilde çevirmek zordur. Bir dil öğrenilirken en başta karşılaşılan güçlük o dilin tam denk gelen bir sözcüğe sahip olduğu her kavramı, çoğu zaman böyle olduğu üzere dilimiz bunu tam olarak karşılayan bir sözcüğe sahip olmadığında bile öğrenmede yatar. Dolayısıyla yabancı bir dili öğrenirken zihnimizde bütünüyle yeni olan çeşitli kavram sterleri için bir yer ayırmalıyız. Neticede daha önce olmayan yerde kavram sterleri oluşur; ve böylece sadece sözcükleri öğrenmekle kalmaz, yeni kavramlar ve fikirler de ediniriz.

Bir yabancı dilin öğrenilmesiyle yeni sembollere anlam vermek için yeni kavramların oluştuğu; daha önce bunlar için tek bir sözcük var olduğundan dolayı daha geniş dolayısıyla daha az belirli bir kavram oluşturmak için bir araya gelmiş olan kavramların ayrıldığı; yabancı dil o kavramı kendine özgü mecaz veya kinayeyle ifade ettiği için daha önce bilinmeyen irtibatların ve münasebetlerin keşfedildiği; dolayısıyla yeni edinilmiş dil sayesinde hudutsuz sayıda nüans, analogia, çekim, ayırıcı özellik ve bağıntının farkına varıldığı; ve böylece her şey hakkında daha kapsayıcı bir görüşe ulaşıldığı açığa kavuşur. Şimdi bu demektir ki her bir dille farklı düşünürüz; dolayısıyla her bir yeni dil öğrenimiyle düşünmemiz yeni bir değişim geçirir, önünde yeni ufuklar açılır; beraberinde getirdiği birçok dolaylı faydayla birlikte çok dillilik zihin eğitiminin doğrudan aracıdır, çünkü o çok sayıda kavramın muhtelif veçhelerinin ve ince ayrımlarının farkına varmamız sayesinde görüşlerimizi düzeltir ve kemale erdirir. Ayrıca birden fazla dile hâkim olmakla kavram sözcükten giderek daha fazla ayrıldığı için düşünmemizin mahareti ve cevvaliyeti artar.

Haklısınız. Yabancı dil konusu açılmışken size son olarak bir şey daha sormak istiyorum bayım. Ülkemiz genelinde yabancı dil öğrenme sıkıntısı var. Birçok kişi bunun, ana dilini iyi bilmemekten kaynaklandığını düşünüyor. Siz bu hususta ne buyurursunuz?

Sınırlı yetenek sahipleri bir yabancı dile kelimenin gerçek anlamında kolayca hâkim olmazlar. Doğru, yabancı sözcükleri öğrenirler, ama bunları her zaman ancak kendi dillerindeki yaklaşık muadilleri anlamında kullanırlar ve ona özgü ifade ve deyimleri sürekli olarak muhafaza ederler. Mamafih onların hâkim olamadıkları yabancı dilin ruhudur ve bu gerçekte onların düşünmelerinin kendi kaynaklarından gerçekleşmemesi fakat büyük ölçüde anadillerinden ödünç alınmasından kaynaklanır, ki onun mevcut ifade ve deyimleri kendileri için özgün düşüncelerin muadilidir. Dahası bunlar kendi dillerinde bile her zaman sadece basmakalıp deyimlerden yararlanırlar; hatta bunlar bile o kadar maharetten yoksun bir şekilde bir araya getirilirler ki bunların anlamlarının ne kadar eksik ve kusurlu bir şekilde farkında olduklarını ve bütün düşünmelerinin sözcüklerin ötesine geçen bir derinlikten ne Kadar yoksun olduğunu, o kadar ki bu haliyle papağan gevezeliğinden çok da farklı yanlarının olmadığını görürüz. Çünkü bir kimsenin kullandığı deyimin özgünlüğü ve her ifadenin yerli yerine oturuşu seçkin bir zekânın şaşmaz bir belirtisidir. Öğrenilecek dilin müstakil ve münferit sözcüklerle ifade ettiği kavramların tamamını doğru bir şekilde kavradıktan sonra; o dilin her bir sözcüğüne karşılık gelen kavramı tam olarak doğrudan hatırladığımızda ve önce o sözcüğü Kendi dilimizin bir sözcüğüne aktarmayıp ardından bu sözcüğün ifade ettiği kavramı düşünmediğimizde, işte ancak o zaman öğrenilecek dilin ruhunu kavramış ve onu konuşan milletin karakterini öğrenmede büyük bir adım atmış oluruz.


[1] Bu hayalî röportaj metni, Arthur Schopenhauer’un “Okumaya ve Okumuşlara Dair” adlı kitabından iktibaslar yapılarak oluşturulmuştur.

Hiç yorum yok :