Nihad Sami Banarlı ile "Türkçe" Üzerine

(Kelimelerimizi sevmeliyiz, dunyabizim.com, 08.01.2015)






Türkçeyi kimimiz zengin bulur, kimimiz fakir. Kimimiz dile dair kafa yorar, kitap okur; kimimiz ise dili salt bir konuşma aracı olarak algılar. Öyle ya da böyle Türkçe bizim anadilimiz olduğundan, herkesin bu dil hakkında az çok fikri vardır. Biz de belki yeni bir perspektif kazandırır düşüncesiyle bu konuda araştırmalar yapmış, yazılar kaleme almış ve muhtelif yerlerde konferanslar vermiş Nihad Sami Banarlı ile Türkçe üzerine konuştuk.[1]

Dil devrimiyle başlayalım. Dilimizde yer alan Arapça ve Farsça kökenli kelimeleri kovma faaliyetlerine karşı duranlardan ve bu konuda pek çok konuşma yapanlardan birisi olarak bu mücadelenizin sebebini sorsak ne dersiniz?

Kelimeleri hor görmek, hakir görmek, hele şu veya bu politik veya ideolojik sebeple dilden atılabilir görmek, onların oluş ve yontuluş tarihini bilmemekten ve umursamamaktan doğan bir gaflettir. Çünkü milletlerin olduğu gibi kelimelerin de tarihi vardır. Bu milletin ataları asırlarca o kelimelerle duymuş, onlarla düşünmüş, birbirlerini ve evlâtlarını o kelimelerle sevmiş, bu kelimeleri millî bir sanatla işleyip güzelleştirmiş ve kendi musıkîsiyle seslendirmişse, evlâtlar artık o kelimelere düşman kesilemezler. Buna büyük milletler değil, yaratılıştan küçük milletler bile cesaret etmemiştir. Böyle, bir tarih boyunca işlene yontula, güzelleşmiş, halk şiirine, aile harimine, millî vicdana yerleşmiş kelimeleri sevmemiz, anlamamız ve korumamız tabiiidir. 

Bunları anlatınca “Bir kelime attıysak ne zararı var, yerine yenisini koyduk ya” diye itiraz edenler oluyor. Hâlbuki işin içinde aralarında mana farkı olan pek çok kelimenin bir kelimeyle karşılanması ve tefekkürün kısıtlanması vakası söz konusu değil mi hocam?

Türkçe bir mecazlar ve cinaslar lisanıdır. Onda her kelimenin birçok manası olmuş, her kelime birçok başka sözle birleşerek zengin bir mana âlemi, bir kelime ailesi kurmuştur. Türkçeden, Türkçe veya Türkçeleşmiş bir kelime atmak, çok kere bir kabile halkını toptan öldürmek kadar kabarık sayıda bir harcayıştır. Türkçeyi fakirleştirmek için “adam” yerine kişi, “insan” yerine kişi, “zat” yerine kişi, “şahıs” yerine kişi vb. dememizi isteyenlerin düştükleri korkunç hata çok yerde belirtilmiştir.

Türkçenin başka dillerden kelime alması sadece Osmanlı zamanında olan bir hadise midir? Nitekim öztürkçe denen Türkçeye baktığımızda, oradaki kelimelerin de başka dillerden geldiği tespit ediliyor.

Türkçe daha Asya topraklarında iken Çin, Kore, Hint, İran, Moğol, İslav ve Yunan dilleriyle kelime alışverişi yapmıştı. Bugün yanlışlıkla öztürkçe sayılan birçok kelimenin, araştırılınca Çince, Moğolca, Soğdca ve Yunanca çıkması bundandır. İslâm medeniyeti asırlarında ise Türkler dünyanın üç kıtasına hâkim bir millet olarak bayrakları altında tuttukları engin ülkelerden vergi alır, baç alır, mahsul toplar gibi kelime de toplamışlardır. Böylelikle bütün o ülkelere yalnız kılıç kuvvetiyle değil, kültür kuvvetiyle de söz geçirmişlerdir.

Ancak büyük dil olmanın şartı başka dillerden kelime almamak gibi bir algı var. Latince ve Arapçanın başka dillerden kelime almadığı için büyük olduğunu söylüyorlar.

Latince özdil değildir. Bu lisanın kelimelerinin yüzde ellisi Yunancadan almıştır. Geri kalan kelimelerin de mühim bir kısmı değişik ölçütlerde Latinceye başka dillerden girmiştir. Latinceye kelime veren Yunancanın da en az yarıdan fazla kelimesi başka dillerden alınmadır. Bunlar Makedonya, Anadolu, Suriye ve muhtelif Mezopotamya dilleridir.

Arapça da mı böyle?

Arapça başta İbranî olmak üzere Yunancadan, Latinceden, Sanskritçeden, Farsçadan ve  daha birçok dillerden kelime almış, büyük dildir. Araplar başka dillerden Araplaşmış kelimelere “muarreb” derler. Bu kelimelere, hangi dilden gelirse gelsin kendi dillerinin damgasını vurmakta büyük bir ustalık gösterirler.

Bu dedikleriniz çok ilginç geldi. Bu muarreb kelimelere örnek verebilir misiniz?

Yunancadan alınma “philosophia” ve “philosophos” kelimelerinden “felsefe” ve “feylesof” gibi, yine Yunanca “sophia” kelimesinden “sufi” “tasavvuf” ve “mutasavvıf” kelimeleri yaratması böyledir. Farisîden alınan “endaze” kelimesinin Arap dili bünyesinde “hendese” ahengine girmesi ve bundan “hendesî” ve “mühendis”in doğması da böyledir. Yine Farisîden alınan “devan” kelimesinin Arapça “divan” ahengini alması, bundan “devavin” “tedvin” “müdevven” gibi kelimeler türetilmesi de böyledir.

Yine konumuz olan Türkçeye dönersek; uydurma kelimelere nasıl bakıyorsunuz?

 Türkçede yeni kelime icat edilecekse, bu mutlaka Türk halkının seçtiği yolda olmalı. Yani yeni kelimeler ya halkın sesi ve zevkiyle birleşmeli veya birbirine çok yakışan iki kelimenin izdivacından doğmalıdır. Kelimelerle sevimsiz eklerin izdivacı gibi kısır veya sapık evlenmelerden ancak yaratılış garibesi, sakat çocuklar doğar. “Uzyönüm” “kuday” “aygıt” “yapıt” “azıksal” vb. kelimeler, zevki ve şuuru olan hiçbir Türkün güzel bulmayacağı böyle yaratılış garibeleridir. Bunları ancak milletlerin yarımının yarısı bile olmayan sözde münevverler beğenir. Halkın kelime yaratma dehası ise asla bu yollarda işlemez. O eğer yaratacaksa öteden beri kullandığı iki güzel kelimeyi bir araya getirerek bunlardan yeni ve nur topu gibi üçüncü bir kelime yaratır. “Akarsu” “anadili” “anayol” “bozkır” “cankurtaran” “kuşdili” “karakalem” ve benzerleri böyledir.

Kısa bir zaman önce liselere Osmanlıca dersleri gelecek diye Osmanlıca üzerinden bir polemiktir yürüdü. Gerçi bu konuyu Peyami Safa üstad ile konuştuk ama size de sorayım. Osmanlıca, kimilerinin iddia ettikleri gibi Arapça ve Farsçadan oluşan ayrı bir dil midir?

Esasen Osmanlıca tabiri ancak Osmanlı devri Türkçesi veya Osmanlı Türkçesi adının bir kısaltması olduğu zaman biraz doğru sayılabilir. Bunun dışında Osmanlıca diye, Türkçeden ayrı bil dil düşünmek tamamen yanlıştır. Birçoklarının bilir bilmez Türkçeden ayrı bir dil gibi görüp göstermek istedikleri Osmanlı Türkçesinde başka dillerden derlenmiş kelimeler yalnız Arabî ve Farisîden gelme kelimeler değildir. Bunların içinde çok sayıda Yunanca, Latince, İtalyanca, Sırpça, hatta Ermenice kelimeler de vardır. İslâmî Türk zevki ve kültürü, bu kelimeleri fethettiği ülkelerden çok kere çiçek derler gibi derlemiş, kendi zevk ve mana bahçelerinde yetiştirip güzelleştirerek beyaz Türkçeye mal etmiştir.

Divan edebiyatını kötülemek ve genç nesilleri bu edebiyattan soğutmak için kasten Arapça ve Farsça kökenli kelimelerden müteşekkil, dili ağır beyitlerden örnek verenler oluyor. Gençler de nasıl olsa bu edebiyatın dilini anlamayız diye uzak duruyorlar.

Türk divan edebiyatının şiir dili umumiyetle iki türlüdür. Biri şairlerin İslâm felsefesi, hikmet, tasavvuf, mitoloji, kimya, astronomi ve çok iyi bildikleri diğer İslâmî ilimlerle zengin İslâm medeniyeti kültürüyle söyledikleri kültür ve tefekkür şiirinde kullandıkları lisan. Bu dil, pek tabii olarak İslâm medeniyetinin ortak kültür lisanından alınmış kelime ve terimlerle yazan Avrupalıların kullandıkları dil gibi. İkinci dil yine umumiyetle aşk şiirlerinde ve aşk hikâyelerinde rastlanan sade, külfetsiz, samimi ve bazen öztürkçe denebilecek saflıkta, bazen de tamamıyla öztürkçe mısralarla söylenen şiirlerde görülür.

Divan edebiyatı ve öztürkçe mi?

Evet, bunda yadırganacak hiçbir şey yoktur. Bu edebiyatta sade Türkçe ve öztürkçe mısralar tümen tümendir. Size misaller vereyim:

Çeküp yayın okın doldurdı  attı –Ahmed Daî-

Ala gözlüm etme can almağa al –Ahmed Paşa-

Açma ayağın giderse başum – Fuzulî –

Yollarda kaldı gözlerimiz gelmedi haber –Bakî-

Bu misalleri ben daha yüzlerce, binlerce sıralayabilirim. Bu böyle olunca Türk divan şiirine “Arapçadır!” diyenlere cahil ve daha fenası hain demeye hakkımız vardır.

Hocam, okullarda çocuklara “bir kelimenin Türkçe olma kuralları” başlığı altında birtakım maddeler ezberletiliyor. Bu kurallara uymayan kelimeler Türkçe değildir deniyor. Meselâ Türkçe kelimelerde “f”, “h” ve “j” harfleri bulunmaz deniyor. Büyük ünlü uyumuna ve  küçük uyumuna uymayan kelimeler Türkçe değildir deniyor.

Türkiye’de dil mevzuları gramerci anlayışın pençesindedir. Meselâ Türkçede büyük ünlü uyumu dedikleri kaide böylelerinin elinde kemikleşip kalmıştır. Dillerde iki hecelerin kelimelerin bile söylenişinde kalından inceye ve inceden kalına geçmek, ancak asırların hazırladığı bir tekâmül hadisesidir. Basit kalmış, iptidaî diller bunu beceremezler.

Bundan ne çıkar?

Bundan Türkçenin de ses bakımından böyle bir güzelliğe ulaştığı sonucu çıkar. Bizim gramercilere göre ise Türkçede bu kaide kesindir ve değişmemiştir. Çocuklara bu donmuş veya dondurulmuş kaide söylenince o çocuk ister istemez “insan” “meydan” “beyaz” “dünya” “İstanbul” “Üsküdar” vs. neden bu kuralın haricindedir diye soracaktır ve ona “bu adlar Türkçe değildir” cevabı verilecektir. Gramercilere, “Türkçede saymaya üşeneceğiniz kadar çok yabancı kelimeler var” diyebilmek zevkini, ferahlığını verir. Dilimizde Türkçeleşmiş nice yaşayan kelimelerin yabancı sayılması şeytanlığını sağlar.

Buraya kadar anladığımız kadarıyla bir dili millî yapan o dilin kelimeleri değil. O hâlde nedir?

Her dilde mutlaka millî olması gereken iki unsur vardır. Biri, o dilin sesidir. Milletler hem kendi kelimelerini hem başka dillerden aldıklarını, kendi dillerinin musıkîsine uydurarak kullanırlar. Meselâ Türk milleti Acem dilindeki “came-şuy” kelimesini almış “çamaşır” demiş, “gûşe” kelimesini almış “köşe” demiş. Arapçadan “hevâ” kelimesini almış “hava” demiş. Bizanslılardan aldığı “Aya-Nikola”ya “İnegöl” demiş. Diğer millî olması gereken unsur da o dilin mimarîsi, grameri ve cümle yapısıdır. Meselâ “mektepler” demek dururken Arapça cemi kaidesine uyarak “mekatib” demek Türkçenin istiklâline aykırıdır. Keza “Eğer içkili iseniz, namaza yaklaşmayınız” yerine “yaklaşmayınız namaza, içkiliyseniz eğer” demek Türkçenin mimarîsine uymaz.

Eski Türkçede uzun hece olmadığını, Arapçadan ve Farsçadan geldiğini söyleyerek asırlardır kullandığımız kelimeleri dışlayanlar var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

 Uzun hece, sadece bir Arap veya Acem hecesi değildir. Eski Akdeniz medeniyetine mensup bütün milletlerin dilinde; İbranî’de, Yunancada, Latincede vs. uzun hece vardır. Şu demek ki uzun hece bizim üzerinde imparatorluk kurduğumuz toprakların, yani dünkü ve bugünkü vatanımızın sesidir. Türk milleti bu sesi duymuş, sevmiş ve benimsemiştir. Hem de bu topraklarda tarihin en büyük ve en şerefli imparatorluğunu kuran millet olduğu için duymuş, sevmiş ve benimsemiştir. Türk istese, diğer dillerden aldığı uzun heceleri kısa telâffuz edebilirdi. Türk onları az veya çok kendi zevkine, kendi söyleyişine göre ayarlamış ve Türkiye Türkçesinin kendi güzel sesiyle kullanmıştır. Arap’ın “minara”sına bizim “minare” dememiz böyledir. Acem’in “gul” sözüne bizim “gül” güzelliği vermemiz böyledir. Milletimiz yeri gelmiş, kısa heceleri de uzatmıştır. Meselâ Arapçada “sahih” diye bir sözcük vardır. Türk bunu “sâhi” diye uzatıp inceltmiştir. Keza “sahlab” kelimesini “sâlep” yapmıştır. Türk Salanikos adlı şehri zapt ettiğinde bu adı beğenmemiş, ona “Selânik” demiştir. Bu kelimedeki ince ve uzun “lâ” sesini bütün dünyada Türklerden daha güzel telâffuz eden bir millet yoktur. Bu örnekler daha pek çoktur. Türkiye Türkçesinde değişen şeyler vardır. Bu değişme binlerce ve binlerce Türkçeleşmiş kelimenin sesinde ve manasındadır.

Düşmanlarımızın bizi yok etmek saldırdıkları alanlardan birisi de dilimiz, değil mi?

Düşmanlarımızın bizden çalıp koparmak istedikleri üç tılsım vardır. Birincisi; milleti birbirine bağlayan tek ve güzel bir dil. İkincisi; Türk milletini tam 1000 yıl dünyanın en ahlâklı, en medenî ve en büyük kuvveti haline getiren Türk Müslümanlığı. Üçüncüsü; Türk çocukları için daima büyük şeref ve güven kaynağı olan, millî tarih ve ecdad sevgisi. Dikkat edersek açıkça görürüz ki elimizden gidenler hep bunlardır. Bugün artık birbirimizin dilini bilmiyor, değerini anlamıyor, inanışını küçümsüyor ve birçoklarımız kendi tarihimize küfürler savurarak yetişiyoruz.

Durumumuz aynen ifade ettiğiniz gibi... Peki, son olarak, sizin gibi Türkçemizi sevmek ve dilimizin ehemmiyetini etrafımızdakilere anlatmak için bize ne tavsiye edersiniz?

Türkçeyi sevmek ve anlatmak için önce Türk milletini sevmek, milletimizin bir tarih boyunca emek verip yarattığı her millî eseri sevmek ve anlamak lâzımdır. Bunun için milletimizin tarihte ve coğrafyada kurduğu medeniyetlerin karakterini bilmek ve Türk dilinin Türk medenî karakterine aykırı olduğunu ve olabileceğini sanacak kadar büyük ilim hatalarına düşmemek icap eder. Ancak böyle bir görüş zaviyesinden bakabilmek şartıyladır ki mukayeseli diller metoduyla çalışılarak Türkçenin önce Asya dilleri, sonra dünya dilleri arasındaki yeri , değeri ve millî karakteri güneşte ışıldamış gibi parlak ve doğru görünür.




[1] Bu “hayalî” röportaj metni, Nihad Sami Banarlı’nın “Türkçenin Sırları” adlı kitabından iktibaslar yapılarak oluşturulmuştur.

Hiç yorum yok :