Mehmed Akif ile "Şiir" Üzerine

(Mehmed Akif: Fikrinin Yüceliği; İyi Bir Şiirin Olmazsa OImazıdır; dunyabizim.com; 10.04.2017)



Mehmed Akif merhum İstiklâl Marşı’nı kaleme almasıyla ve Safahat adlı eseriyle büyük bir şair olarak kalmamıştır, aynı zamanda şiir üzerine düşünen ve yazan bir kimsedir. Müstakil bir poetika kitabı yoktur fakat yer yer şiirin ne olduğu/olmadığı, nasıl yazıldığı vb. konularda kalem oynatmış; ayrıca hem eskiden yaşamış hem de çağdaşı olan şairleri sıkı bir eleştiriden geçirmiştir. Keza edebiyat fakültesinde Ahmed Midhat Efendi, Filibeli Ahmed Hilmi, Yahya Kemal, Ali Ekrem Bolayır, Babanzade Ahmed Naim, Ferid Kam ve Fuad Köprülü gibi isimlerle birlikte hocalık yapmıştır. Biz de kendisine şiir hakkında sorular yönelttik. Son zamanlarına yetiştiği için biraz da divan şiirinden sorduk.

(Not: Bu “hayalî” röportaj metni Mehmed Akif’in verdiği derslerde Mehmed Zekai’nin tuttuğu ve Ömer Hakan Özalp’in yayına hazırladığı ders notlarından oluşan Osmanlı Edebiyatı Ders Notları adlı kitaptan iktibaslar yapılarak oluşturulmuştur. Lüzumlu görülen ifadeler ve tabirler, okuru zorlamamak adına sadeleştirilmeye tâbi tutulmuştur.)

İyi bir şiirin olmazsa olmazları nelerdir?

İlk olarak fikrin yüceliği. Maddiyattan sıyrılarak maneviyatın yüksek âleminden olacak mukaddes ve ulu birtakım mahiyetlere ilişkin fikirler. Ancak yüce fikirler yükselebilmek için hissin ve hayâlin omuzlarına basmaya muhtaçtır. Yani bir edebî eser sadece dimağın değil, kalbin de mahsulü olmalıdır. Bundan dolayı edebî eserde bir his aranır. İnsan kendisinde duymadığı bir teessürü başkasına duyuramaz. Yaratılışta bizim pek göremediğimiz güzellikleri gören, ruhun künhüne varan, vicdanın sırlarına erişen şair, bu vukuf kendisinde birtakım hisler uyandırdığında bize sanatla gördüğünü gösterip duyduğunu duyumsatır. Gördüğünü, düşündüğünü, duyduğunu, fikirlerini ve hislerini ifade ederken ise hayal kuvveti dedikleri melekeden istifade eder. Bu melekenin mahsusuna hayâl derler ki şairin vücuda getireceği manzaralar için renk gibidir.

Netice olarak şiir yazmak güç bir iş…

İşin güçlüğü yazmakta değil, yazmaya başlamazdan evvel hissetmektedir; kendisine duyurabilmektedir. Ancak iyi hissedilen zeminler iyi tasvir edilebilir sözü pek kıymetli bir düsturdur. Vaktiyle bir felâket geçirmiş, bir acı görmüş olursanız geçmiş yaşamınızın elim bir safhası gözünüzün önünden geçer ve sizin için bu gibi mevzuları hissetmek kadar kolay bir şey olamaz. Lâkin hüner böyle size yabancı olan bir konuyu seçmek, kendisine doğru çekip getirmek, onu temsil etmek ve kendisine ısındırmaktır. Meselâ 24 saatten beri kuyuya düşmüş bir adamın hâlini ve duygularını betimlemeniz lâzım. Ne yapacaksınız? Kendinizi o adamın yerinde farz edeceksiniz. Gelgelelim başınıza hiç böyle bir şey gelmemiş. Şimdi bu adamın duygu ve düşüncelerini nasıl keşfetmeli? İşte icat melekesi böyle yerlerde kendini gösterecek ki sanat dediğimiz şey de bundan başka bir şey değildir. Bununla birlikte manalar birbiri ardınca gelerek düzene girmiyorsa demek üzerinde düşündüğünüz mevzu henüz size râm olmamış, olgunluğa ulaşmamıştır. O hâlde o konu üzerinde tekrar fikir üretmek ve uzun uzadıya düşünmek icap eder.

Büyük şairlerin hepsi böyle uzun uzadıya düşündükten sonra mı şiirlerini kaleme alırlar?

Hepsi değil. Öyleleri vardır ki saatlerce hatta günlerce düşünmeden yazamazlar. Meselâ Jean-Jacques Rousseau eserlerini kâğıt üzerine nakletmezden evvel dimağında sayfa sayfa tertip ederdi. Sonra öyleleri vardır ki bilâkis coşmak için mutlaka kalemi ellerine almaları gerekir. Fransızların en büyük nasirlerinden olan Chateaubriand böyleydi. Kalemi için “kâğıttan ateş çıkartıyor” denilir olmuştu. Bittabi düşünce ve duyguların özellikle şiirde bir ahenk içinde olması şarttır.

Modern şiirde ahenk göz ardı ediliyor gibi geliyor bana.  

Son zamanlarda edebî kanunların aleyhinde vukua gelen isyanlarla ahenge karşı da bir tepki oluştu. Artık herkes nasıl isterse öyle yazacak, hiçbir mantıksal düzen gözetilmeyecek, cümleler istenilen şekle konulacak, takdimle tehir yazarın keyfine tâbi olacak, özetle herkes aklına ne ererse onu yapacak… Biz bunlara karşıyız. “Su gider, kum kalır” derler. Bu türden adamların söz yığınları pek çabuk girdaba yakalanır, kaybolur. Büyük eleştirmenlerden biri, “Kulağı incitecek olduktan sonra en nezih bir fikirde bile ruh zevk bulamaz” diyor ki pek haklıdır. Çünkü ahenk, gerek ayrı ayrı her kelimenin, gerek o kelimelerin bir araya gelerek vücuda getirdiği cümlelerin kulağa hoş gelmesi, duyma duyusunu incitmemesidir. Osmanlı şiirinde ahenk en çok Nefî’de, bizim nesilde ise Namık Kemal’in eserlerinde mevcuttu.

Bir de ahenkli bir şiiri ahenkli bir şekilde okumak meselesi var.

Ona “inşâd” derler. Bir şiiri kendisine mahsus tavırla okumaktır. O şiir ister kendisine ister başkasına ait olsun, fark etmez. Bu gayet mühim bir mesele olduğu hâlde biz nedense buna hiç ehemmiyet vermemişiz, hatta vermiyoruz. Büyük bir topluluk karşısında yüksek sesle nutuk veren bir hatip düşünün ki sözleri mana ve ruh dolu; ancak bu adam ahenksiz olarak konuşuyor. Elindeki metni tekerlemeler gibi dümdüz okuyor. Şimdi böyle bir nutkun insanlar üzerinde nasıl bir tesiri olur? Tabii hiç! Şiiri berbat bir surette inşâd etmek, tıpkı güzel bir müzik bestesini usulden uzak, çirkin sesli bir herifin gevelemesine benzer!

Sizin şiirlerinize gelirsek; fikirlerinizi lâf oyunlarına boğulmadan sade bir şekilde ifade ettiğiniz için şiirlerinizin pek edebî olmadığını dile getirenler var.

Sadeliği bayağılıkla karıştırmamalıdır. Zaman olur ki en sade, en basit bir fikir en yüksek ilhamlar kadar tesir gösterir. Meselâ Fransızların en büyük edebiyatçılarından olan Moliere’in öyle sözleri şöhret bulmuştur ki yalnızca söylense insan o sözlerde hiçbir fevkalâdelik görmez. Sade fikirler sade sözler ile ifade olunmalıdır. Bunların gösterişli, muhteşem tabirlere tahammülü yoktur. Meselâ “herkes ettiğini bulur” sözünü Ziya Paşa merhum şöyle kalıba döküp fikri bir dereceye kadar yüceltiyor: “Nîk ü bed, herkes bulur âlemde ettiğin / Kendi bulmazsa cezâ mîrâs olur evlâdına”.

Açık yazınca halka, kapalı yazınca elit kesime hitap ediliyormuş gibi bir algı hâkim sanki.

Bazıları edebî eserde açıklığı fikrin küçüklüğüne yahut sadeliğine delil addediyorlar da büyüklükte kapalılık ve kapalılıkta büyüklük arıyorlar. Hele zamanımızda bu makûs anlayış moda oldu. Birçok ağızlardan edebî bir düstur gibi “şiir müphem olmalıdır” sözünü işitiyoruz. Lâkin bize kalırsa şiir ne kadar mümkün ise o kadar açık olmalıdır. “En güzel şiirler insanı en çok düşündürenlerdir” sözünü eskiden işitirdik ve doğru bulurduk; fakat bu düşündürmek eserin açıklıktan mahrumiyeti ile sağlanamaz. Büyük İskender Makedonya’dan çıkıyor, isminin başına “cihangir” unvanını yazdırdıktan sonra bu görkemli nâmı gelecek nesillere yadigâr bırakmak için memleketten memlekete, iklimden iklime yürüyor ve geçtiği yerlerde hayattan eser bırakmıyor. En son Hindistan’a geliyor. Zavallı Eşber’in (Keşmir hükümdarı) memleketini yerle bir ediyor. Görünüşte galip geldiği Eşber’e manen mağlup olan İskender için Abdülhak Hâmid Bey’in Eşber adlı eserinde Yunanlı tarihçiye söylettiği “Tarihi yapan benim, yapan siz!” mısraının içerdiği fikir derhâl anlaşılıyor değil mi? İşte açıklık bu kadar olur. Lâkin insan bunu anlamakla geçirmiyor, saatlerce düşünüyor, büyük büyük ibretler görüyor.
Bir milletin edebiyatının dilini o dili kullanarak konuşan kişilerin hepsi anlar. Ancak edebî bir eseri bütün incelikleriyle anlamak, ondan hakkıyla istifade etmeye gelince, anlayış ve kavrayış mertebeleri arasında farklılıklar olması doğaldır. Yalnız istifadenin azlığı başka, büsbütün yokluğu yine başkadır. “Azlık” yokluk demek değildir. Namık Kemal Bey, “Söz odur ki avâm anlar / Havâss takdir eder” diyor. Pek doğru sözdür. “Batı’da açıklığı bir kusur sayarak eserlerini düzenli bir şekilde kapalı yazanlar var; bunları varsın avâm anlamasın, havâss anlar ya” diye bir itiraz çıkarsa deriz ki: Havâss için eser telif etmek Batı’da bilmem ama Doğu’da cinnettir. Çünkü bizim memleketimiz vatandaşlarını avâm ve havâss namıyla ikiye ayıracak dereceye gelmedi; biz hepimizi avâmız. Ayrıca Batı’nın edebiyatı o kadar zengindir ki herkes istediği vadide istediği kadar eser bulur, okur, nasibini alır.

Divan şiiri kapalı mıydı peki? Sizin özellikle içerik açısından divan şiirine karşı bir tavrınız var. Safahat’daki “Kimi Garb’ın yalnız fuhşuna hasbî simsâr / Kimi, İran malı der, köhne alır, hurda satar!” beytiniz aklıma geldi meselâ. Muhtevayı İran taklidi olarak addetmeniz nelerden kaynaklanıyor?

Ne yazık ki divanlarımızdaki tasvirler baştanbaşa hayâldir. Bahar, hazan, gurub, tulû gibi kudretli manzaralar bile etraflı bir surette tasvir olunmamıştır. Bir Acem şairi baharı nasıl görmek istemiş ise biz de öyle görmek istemişiz. Gariptir ki bahariyelerimizde ismi geçen çiçeklerin çoğu İran topraklarında yetişen çiçeklerdir. Memleketimizde mezarlık haricinde servi ağacı görmek olanaksız iken baharı tasvir eden şairlerimiz her yeşillikte bir ırmak zikredip kenarını da servi ağaçlarıyla doldururlar. Hele birçok şitaiyyelerimiz vardır ki insan onların mutlaka Temmuz ayında yazıldığına hükmeder. Şairlerimiz, bahar oldu mu bütün kâinata yeşil bir elbise giydirirler. Edebiyatımızın tasvir konusunda bu kadar geri kalmasına, bizde resim sanatının ihmal edilmesi de sebep gösterilebilir. Vaktiyle bizde de ressamlık olsaydı belki şairlerimiz biraz da bu türlü, yani gördükleri gibi yazmaya gayret ederlerdi.

Ayrıca eski şairlerimizin kendini methetmekten ibaret fahriyeleri yahut zamanın ileri gelenlerine meddahlık vadisindeki kasideleri makul ve makbul olmayan mübalağalar ile doludur. Onların tasvir ettikleri tarzda insan olmayacağı gibi olsa da hesapta çok acayip bir şey olacaktır. Bu hastalık da bize İran ediplerinden sirayet etmiştir. Acem mübalağaları malûmdur. Şair herifin boyunu o kadar uzatıyor ki Teşrînisânî’de ayağından soğuk almış da ancak Mart ayında nezle oluyor.

Eski şiirimizin eleştirdiğim bir diğer yönü de plansız oluşudur. Eski şairlerimiz muntazam bir plan dâhilinde hareket etmeyi hatırlarına getirmemişlerdir.

Plan çok mu mühim?

Osmanlı ediplerini garplılardan bu kadar geri bırakan sebeplerin başlıcalarından biridir plan meselesi. Evvelce tasarlanmış, başlangıcı ve bitişi belirlenmiş düzenli bir plan dâhilinde çalışmakla kafiye söylemek arasında ne büyük fark olacağını teslim için zihni yormak gerekmez. Batılılar eskiden beri plansız hiçbir sanat eseri meydana gelemez iddiasını taşımaktadırlar. Almanların en büyük edibi olan Goethe “Ne çıkarsa plandan çıkar” düsturunu daima tekrar ederdi. İnsan ne kadar çok yazar, ne kadar çok araştırır, ne kadar çok edebî eser okursa şu hakikate o nisbette kuvvetli bir kanaat hâsıl eder ki iyi bir plan bir eserin metanetine ve kıymetine üslup kadar hizmet eder. İyi bir plan metin bir üslup ile birleşince artık o eser ebedî olarak yaşar. Mademki plan bu kadar mühimdir, bu hususta gayet mutaassıp davranarak başlangıçta iyice kesilip biçilmelidir. Hemen altını çizmeliyim ki Batı edebiyatından edeceğimiz istifade, onların bütün hislerine tercüman olmak suretiyle ya millete anlamayacağı ve zevk almayacağı bir takım ucubeler okutmak yahut şehvanî zevkini okşayacak ve zaten sarsılmış olan toplum ahlâkını temelinden yıkacak numuneler göstermek değildir. Onlar gibi edebiyatı başlı başına bir bilim telâkki ederek yükselmesine onlar gibi çalışmak, edebî bir eserin nasıl olmak lâzım geleceği ve ne gibi hazırlıklar isteyeceğini onlardan öğrenerek muntazam, belirli bir yöntem takip etmektir.

Onu anladım efendim ama Osmanlı şairi plansız yazıyordu derken tam olarak ne kastettiğinizi anlamadım.

Meselâ Fuzulî elbette pek büyük bir şairdir. Leylânâme’sinde elbette pek yüksek şiirler vardır; lâkin hazret efsanesini nazma kalkışmazdan evvel eserine nasıl başlayacağını, nelerden bahsedeceğini, nasıl netice vereceğini hiç düşünmemiş; yani hiçbir plan ve hiçbir taslak yapmadan kendiliğinden doğan fikirlerine, hayâl servetine ve hislerinin cömertliğine güvenerek işe başlamış olduğu için o kadar emeği heder olup gitmiştir. Şimdi yanlış anlaşılmasın, burada Leylânâme-i Fuzûlî edebî kıymetten uzaktır demek istemiyoruz. Demek istiyoruz ki Fuzuli daha az şair fakat daha çok sanatkâr olsaydı, eserini vücuda getiren edebî malzemeden daha azını kullanarak o eserden çok daha güzel bir şey ortaya koyabilirdi. Fuzuli için söylediğimiz sözler Nabiler, Yahyalar, Şeyh Galipler için de geçerlidir. 

O zaman Osmanlı şiiri vadisinde yazılan eserleri bir bütün olarak değil de parça parça kıymetli buluyorsunuz.

Sırası geldikçe söylerim. Bizim divanlarımızda, mecmualarımızda yer yer öyle kıymettar mısralar, öyle lâtif beyitler bulunur ki Batılı bir şairin içine nadiren doğar. Bunlara sehl-i mümteni derler. Yani söylenebilir zannedilir ama herkesin kârı olmayan sözlerdir. Süleyman Dede’nin Mevlîd’inde sehl-i mümteni nadir değildir. Rûhî’nin terkibbendinde çokçadır. Hâkânî’nin Hilye’si bu hususta pek zengindir. Nabi’de, Ragıp’da, Şeyh Galip’te sehl-i mümteni sayılabilecek hayli mısra vardır. Ziya Paşa ise bu vadide kendisinden öncekileri geçmiştir. Sabit’in “Gün doğmadan meşime-i şebden neler doğar”, Ziya Paşa’nın “Bilmez insan kadrini, âlemde insan olmayan” ve Selim-i Evvel’in “Hoşlanır dîvâneden dîvâne, mevtâdan imâm” mısraları böyledir.

Siz tenkit edince aklıma geldi, genelde edebiyatın özelde şiirin gelişmesi için tenkit şart ve bizde biraz geç başlamış. Son olarak tenkidin önemine dair ne söylemek istersiniz?


Tenkit, edebî bir eseri tarafsız bir biçimde okuyarak iyi yerlerini ve fena yerlerini ayırmak demektir. Doğru bir tenkit için her şeyden evvel sağlam bir kafa ile sağlam bir yürek lâzımdır. Sağlam kafanın nasıl olacağını biraz izah edeyim. Bir eseri hakkıyla anlamak, hususiyle bir şiirin zevkine varmak yalnız ilim terbiyesi sayesinde büyümüş her dimağın kârı değildir. Şiir ile ayrıca renkten renge girmek, yani birçok manzume okumuş olmak lâzımdır. Dediğiniz gibi bizde tenkit geç başladı. Evvelce tenkidin kendi şöyle dursun, ismi bile yoktu. İlk eleştirel eser olarak Namık Kemal Bey’in Tahrîb ve Ta’kîb adlı eserlerini kabul edebiliriz. Lakin onlar da Ziya Paşa’nın Harâbât namındaki şiir antolojisini paylamak maksadıyla vücuda getirildikleri için her ne kadar birçok metin mülâhazalar içermesine rağmen tarafsız yazılmış değillerdir. Bizde doğru dürüst bir eleştirmenin çıkmaması, tenkidin ne kadar ehemmiyetli ve ne kadar azametli bir iş olduğunu gösterir.  

Hiç yorum yok :