Mehmed Akif merhum İstiklâl
Marşı’nı kaleme almasıyla ve Safahat adlı eseriyle büyük bir şair olarak
kalmamıştır, aynı zamanda şiir üzerine düşünen ve yazan bir kimsedir. Müstakil
bir poetika kitabı yoktur fakat yer yer şiirin ne olduğu/olmadığı, nasıl
yazıldığı vb. konularda kalem oynatmış; ayrıca hem eskiden yaşamış hem de
çağdaşı olan şairleri sıkı bir eleştiriden geçirmiştir. Keza edebiyat
fakültesinde Ahmed Midhat Efendi, Filibeli Ahmed Hilmi, Yahya Kemal, Ali Ekrem
Bolayır, Babanzade Ahmed Naim, Ferid Kam ve Fuad Köprülü gibi isimlerle
birlikte hocalık yapmıştır. Biz de kendisine şiir hakkında sorular yönelttik.
Son zamanlarına yetiştiği için biraz da divan şiirinden sorduk.
(Not: Bu “hayalî” röportaj
metni Mehmed Akif’in verdiği derslerde Mehmed Zekai’nin tuttuğu ve Ömer Hakan
Özalp’in yayına hazırladığı ders notlarından oluşan Osmanlı Edebiyatı Ders
Notları adlı kitaptan iktibaslar yapılarak oluşturulmuştur. Lüzumlu görülen
ifadeler ve tabirler, okuru zorlamamak adına sadeleştirilmeye tâbi
tutulmuştur.)
İyi bir şiirin olmazsa
olmazları nelerdir?
İlk olarak fikrin yüceliği.
Maddiyattan sıyrılarak maneviyatın yüksek âleminden olacak mukaddes ve ulu
birtakım mahiyetlere ilişkin fikirler. Ancak yüce fikirler yükselebilmek için
hissin ve hayâlin omuzlarına basmaya muhtaçtır. Yani bir edebî eser sadece
dimağın değil, kalbin de mahsulü olmalıdır. Bundan dolayı edebî eserde bir his
aranır. İnsan kendisinde duymadığı bir teessürü başkasına duyuramaz. Yaratılışta
bizim pek göremediğimiz güzellikleri gören, ruhun künhüne varan, vicdanın
sırlarına erişen şair, bu vukuf kendisinde birtakım hisler uyandırdığında bize
sanatla gördüğünü gösterip duyduğunu duyumsatır. Gördüğünü, düşündüğünü,
duyduğunu, fikirlerini ve hislerini ifade ederken ise hayal kuvveti dedikleri
melekeden istifade eder. Bu melekenin mahsusuna hayâl derler ki şairin vücuda
getireceği manzaralar için renk gibidir.
Netice olarak şiir yazmak güç
bir iş…
İşin güçlüğü yazmakta değil, yazmaya
başlamazdan evvel hissetmektedir; kendisine duyurabilmektedir. Ancak iyi
hissedilen zeminler iyi tasvir edilebilir sözü pek kıymetli bir düsturdur.
Vaktiyle bir felâket geçirmiş, bir acı görmüş olursanız geçmiş yaşamınızın elim
bir safhası gözünüzün önünden geçer ve sizin için bu gibi mevzuları hissetmek
kadar kolay bir şey olamaz. Lâkin hüner böyle size yabancı olan bir konuyu
seçmek, kendisine doğru çekip getirmek, onu temsil etmek ve kendisine
ısındırmaktır. Meselâ 24 saatten beri kuyuya düşmüş bir adamın hâlini ve
duygularını betimlemeniz lâzım. Ne yapacaksınız? Kendinizi o adamın yerinde
farz edeceksiniz. Gelgelelim başınıza hiç böyle bir şey gelmemiş. Şimdi bu
adamın duygu ve düşüncelerini nasıl keşfetmeli? İşte icat melekesi böyle
yerlerde kendini gösterecek ki sanat dediğimiz şey de bundan başka bir şey
değildir. Bununla birlikte manalar birbiri ardınca gelerek düzene girmiyorsa
demek üzerinde düşündüğünüz mevzu henüz size râm olmamış, olgunluğa
ulaşmamıştır. O hâlde o konu üzerinde tekrar fikir üretmek ve uzun uzadıya
düşünmek icap eder.
Büyük şairlerin hepsi böyle
uzun uzadıya düşündükten sonra mı şiirlerini kaleme alırlar?
Hepsi değil. Öyleleri vardır ki
saatlerce hatta günlerce düşünmeden yazamazlar. Meselâ Jean-Jacques Rousseau
eserlerini kâğıt üzerine nakletmezden evvel dimağında sayfa sayfa tertip
ederdi. Sonra öyleleri vardır ki bilâkis coşmak için mutlaka kalemi ellerine
almaları gerekir. Fransızların en büyük nasirlerinden olan Chateaubriand
böyleydi. Kalemi için “kâğıttan ateş çıkartıyor” denilir olmuştu. Bittabi
düşünce ve duyguların özellikle şiirde bir ahenk içinde olması şarttır.
Modern şiirde ahenk göz ardı
ediliyor gibi geliyor bana.
Son zamanlarda edebî kanunların
aleyhinde vukua gelen isyanlarla ahenge karşı da bir tepki oluştu. Artık herkes
nasıl isterse öyle yazacak, hiçbir mantıksal düzen gözetilmeyecek, cümleler
istenilen şekle konulacak, takdimle tehir yazarın keyfine tâbi olacak, özetle
herkes aklına ne ererse onu yapacak… Biz bunlara karşıyız. “Su gider, kum
kalır” derler. Bu türden adamların söz yığınları pek çabuk girdaba yakalanır,
kaybolur. Büyük eleştirmenlerden biri, “Kulağı incitecek olduktan sonra en
nezih bir fikirde bile ruh zevk bulamaz” diyor ki pek haklıdır. Çünkü ahenk,
gerek ayrı ayrı her kelimenin, gerek o kelimelerin bir araya gelerek vücuda
getirdiği cümlelerin kulağa hoş gelmesi, duyma duyusunu incitmemesidir. Osmanlı
şiirinde ahenk en çok Nefî’de, bizim nesilde ise Namık Kemal’in eserlerinde
mevcuttu.
Bir de ahenkli bir şiiri ahenkli
bir şekilde okumak meselesi var.
Ona “inşâd” derler. Bir şiiri
kendisine mahsus tavırla okumaktır. O şiir ister kendisine ister başkasına ait
olsun, fark etmez. Bu gayet mühim bir mesele olduğu hâlde biz nedense buna hiç
ehemmiyet vermemişiz, hatta vermiyoruz. Büyük bir topluluk karşısında yüksek
sesle nutuk veren bir hatip düşünün ki sözleri mana ve ruh dolu; ancak bu adam
ahenksiz olarak konuşuyor. Elindeki metni tekerlemeler gibi dümdüz okuyor.
Şimdi böyle bir nutkun insanlar üzerinde nasıl bir tesiri olur? Tabii hiç!
Şiiri berbat bir surette inşâd etmek, tıpkı güzel bir müzik bestesini usulden
uzak, çirkin sesli bir herifin gevelemesine benzer!
Sizin şiirlerinize gelirsek;
fikirlerinizi lâf oyunlarına boğulmadan sade bir şekilde ifade ettiğiniz için
şiirlerinizin pek edebî olmadığını dile getirenler var.
Sadeliği bayağılıkla
karıştırmamalıdır. Zaman olur ki en sade, en basit bir fikir en yüksek ilhamlar
kadar tesir gösterir. Meselâ Fransızların en büyük edebiyatçılarından olan
Moliere’in öyle sözleri şöhret bulmuştur ki yalnızca söylense insan o sözlerde
hiçbir fevkalâdelik görmez. Sade fikirler sade sözler ile ifade olunmalıdır.
Bunların gösterişli, muhteşem tabirlere tahammülü yoktur. Meselâ “herkes
ettiğini bulur” sözünü Ziya Paşa merhum şöyle kalıba döküp fikri bir dereceye
kadar yüceltiyor: “Nîk ü bed, herkes bulur âlemde ettiğin / Kendi bulmazsa cezâ
mîrâs olur evlâdına”.
Açık yazınca halka, kapalı
yazınca elit kesime hitap ediliyormuş gibi bir algı hâkim sanki.
Bazıları edebî eserde açıklığı
fikrin küçüklüğüne yahut sadeliğine delil addediyorlar da büyüklükte kapalılık
ve kapalılıkta büyüklük arıyorlar. Hele zamanımızda bu makûs anlayış moda oldu.
Birçok ağızlardan edebî bir düstur gibi “şiir müphem olmalıdır” sözünü
işitiyoruz. Lâkin bize kalırsa şiir ne kadar mümkün ise o kadar açık olmalıdır.
“En güzel şiirler insanı en çok düşündürenlerdir” sözünü eskiden işitirdik ve
doğru bulurduk; fakat bu düşündürmek eserin açıklıktan mahrumiyeti ile
sağlanamaz. Büyük İskender Makedonya’dan çıkıyor, isminin başına “cihangir”
unvanını yazdırdıktan sonra bu görkemli nâmı gelecek nesillere yadigâr bırakmak
için memleketten memlekete, iklimden iklime yürüyor ve geçtiği yerlerde
hayattan eser bırakmıyor. En son Hindistan’a geliyor. Zavallı Eşber’in (Keşmir
hükümdarı) memleketini yerle bir ediyor. Görünüşte galip geldiği Eşber’e manen
mağlup olan İskender için Abdülhak Hâmid Bey’in Eşber adlı eserinde
Yunanlı tarihçiye söylettiği “Tarihi yapan benim, yapan siz!” mısraının
içerdiği fikir derhâl anlaşılıyor değil mi? İşte açıklık bu kadar olur. Lâkin
insan bunu anlamakla geçirmiyor, saatlerce düşünüyor, büyük büyük ibretler
görüyor.
Bir milletin edebiyatının dilini
o dili kullanarak konuşan kişilerin hepsi anlar. Ancak edebî bir eseri bütün
incelikleriyle anlamak, ondan hakkıyla istifade etmeye gelince, anlayış ve
kavrayış mertebeleri arasında farklılıklar olması doğaldır. Yalnız istifadenin
azlığı başka, büsbütün yokluğu yine başkadır. “Azlık” yokluk demek değildir.
Namık Kemal Bey, “Söz odur ki avâm anlar / Havâss takdir eder” diyor. Pek doğru
sözdür. “Batı’da açıklığı bir kusur sayarak eserlerini düzenli bir şekilde
kapalı yazanlar var; bunları varsın avâm anlamasın, havâss anlar ya” diye bir
itiraz çıkarsa deriz ki: Havâss için eser telif etmek Batı’da bilmem ama Doğu’da
cinnettir. Çünkü bizim memleketimiz vatandaşlarını avâm ve havâss namıyla ikiye
ayıracak dereceye gelmedi; biz hepimizi avâmız. Ayrıca Batı’nın edebiyatı o
kadar zengindir ki herkes istediği vadide istediği kadar eser bulur, okur,
nasibini alır.
Divan şiiri kapalı mıydı peki?
Sizin özellikle içerik açısından divan şiirine karşı bir tavrınız var. Safahat’daki
“Kimi Garb’ın yalnız fuhşuna hasbî simsâr / Kimi, İran malı der, köhne alır,
hurda satar!” beytiniz aklıma geldi meselâ. Muhtevayı İran taklidi olarak
addetmeniz nelerden kaynaklanıyor?
Ne yazık ki divanlarımızdaki
tasvirler baştanbaşa hayâldir. Bahar, hazan, gurub, tulû gibi kudretli
manzaralar bile etraflı bir surette tasvir olunmamıştır. Bir Acem şairi baharı
nasıl görmek istemiş ise biz de öyle görmek istemişiz. Gariptir ki
bahariyelerimizde ismi geçen çiçeklerin çoğu İran topraklarında yetişen
çiçeklerdir. Memleketimizde mezarlık haricinde servi ağacı görmek olanaksız
iken baharı tasvir eden şairlerimiz her yeşillikte bir ırmak zikredip kenarını
da servi ağaçlarıyla doldururlar. Hele birçok şitaiyyelerimiz vardır ki insan
onların mutlaka Temmuz ayında yazıldığına hükmeder. Şairlerimiz, bahar oldu mu
bütün kâinata yeşil bir elbise giydirirler. Edebiyatımızın tasvir konusunda bu
kadar geri kalmasına, bizde resim sanatının ihmal edilmesi de sebep
gösterilebilir. Vaktiyle bizde de ressamlık olsaydı belki şairlerimiz biraz da
bu türlü, yani gördükleri gibi yazmaya gayret ederlerdi.
Ayrıca eski şairlerimizin kendini
methetmekten ibaret fahriyeleri yahut zamanın ileri gelenlerine meddahlık
vadisindeki kasideleri makul ve makbul olmayan mübalağalar ile doludur. Onların
tasvir ettikleri tarzda insan olmayacağı gibi olsa da hesapta çok acayip bir
şey olacaktır. Bu hastalık da bize İran ediplerinden sirayet etmiştir. Acem
mübalağaları malûmdur. Şair herifin boyunu o kadar uzatıyor ki Teşrînisânî’de
ayağından soğuk almış da ancak Mart ayında nezle oluyor.
Eski şiirimizin eleştirdiğim bir
diğer yönü de plansız oluşudur. Eski şairlerimiz muntazam bir plan dâhilinde
hareket etmeyi hatırlarına getirmemişlerdir.
Plan çok mu mühim?
Osmanlı ediplerini garplılardan
bu kadar geri bırakan sebeplerin başlıcalarından biridir plan meselesi. Evvelce
tasarlanmış, başlangıcı ve bitişi belirlenmiş düzenli bir plan dâhilinde
çalışmakla kafiye söylemek arasında ne büyük fark olacağını teslim için zihni
yormak gerekmez. Batılılar eskiden beri plansız hiçbir sanat eseri meydana
gelemez iddiasını taşımaktadırlar. Almanların en büyük edibi olan Goethe “Ne
çıkarsa plandan çıkar” düsturunu daima tekrar ederdi. İnsan ne kadar çok yazar,
ne kadar çok araştırır, ne kadar çok edebî eser okursa şu hakikate o nisbette
kuvvetli bir kanaat hâsıl eder ki iyi bir plan bir eserin metanetine ve
kıymetine üslup kadar hizmet eder. İyi bir plan metin bir üslup ile birleşince
artık o eser ebedî olarak yaşar. Mademki plan bu kadar mühimdir, bu hususta
gayet mutaassıp davranarak başlangıçta iyice kesilip biçilmelidir. Hemen altını
çizmeliyim ki Batı edebiyatından edeceğimiz istifade, onların bütün hislerine
tercüman olmak suretiyle ya millete anlamayacağı ve zevk almayacağı bir takım
ucubeler okutmak yahut şehvanî zevkini okşayacak ve zaten sarsılmış olan toplum
ahlâkını temelinden yıkacak numuneler göstermek değildir. Onlar gibi edebiyatı
başlı başına bir bilim telâkki ederek yükselmesine onlar gibi çalışmak, edebî
bir eserin nasıl olmak lâzım geleceği ve ne gibi hazırlıklar isteyeceğini
onlardan öğrenerek muntazam, belirli bir yöntem takip etmektir.
Onu anladım efendim ama
Osmanlı şairi plansız yazıyordu derken tam olarak ne kastettiğinizi anlamadım.
Meselâ Fuzulî elbette pek büyük
bir şairdir. Leylânâme’sinde elbette pek yüksek şiirler vardır; lâkin
hazret efsanesini nazma kalkışmazdan evvel eserine nasıl başlayacağını,
nelerden bahsedeceğini, nasıl netice vereceğini hiç düşünmemiş; yani hiçbir
plan ve hiçbir taslak yapmadan kendiliğinden doğan fikirlerine, hayâl servetine
ve hislerinin cömertliğine güvenerek işe başlamış olduğu için o kadar emeği
heder olup gitmiştir. Şimdi yanlış anlaşılmasın, burada Leylânâme-i Fuzûlî edebî
kıymetten uzaktır demek istemiyoruz. Demek istiyoruz ki Fuzuli daha az şair
fakat daha çok sanatkâr olsaydı, eserini vücuda getiren edebî malzemeden daha
azını kullanarak o eserden çok daha güzel bir şey ortaya koyabilirdi. Fuzuli
için söylediğimiz sözler Nabiler, Yahyalar, Şeyh Galipler için de
geçerlidir.
O zaman Osmanlı şiiri
vadisinde yazılan eserleri bir bütün olarak değil de parça parça kıymetli
buluyorsunuz.
Sırası geldikçe söylerim. Bizim
divanlarımızda, mecmualarımızda yer yer öyle kıymettar mısralar, öyle lâtif
beyitler bulunur ki Batılı bir şairin içine nadiren doğar. Bunlara sehl-i
mümteni derler. Yani söylenebilir zannedilir ama herkesin kârı olmayan
sözlerdir. Süleyman Dede’nin Mevlîd’inde sehl-i mümteni nadir değildir.
Rûhî’nin terkibbendinde çokçadır. Hâkânî’nin Hilye’si bu hususta pek
zengindir. Nabi’de, Ragıp’da, Şeyh Galip’te sehl-i mümteni sayılabilecek hayli
mısra vardır. Ziya Paşa ise bu vadide kendisinden öncekileri geçmiştir.
Sabit’in “Gün doğmadan meşime-i şebden neler doğar”, Ziya Paşa’nın “Bilmez
insan kadrini, âlemde insan olmayan” ve Selim-i Evvel’in “Hoşlanır dîvâneden
dîvâne, mevtâdan imâm” mısraları böyledir.
Siz tenkit edince aklıma
geldi, genelde edebiyatın özelde şiirin gelişmesi için tenkit şart ve bizde
biraz geç başlamış. Son olarak tenkidin önemine dair ne söylemek istersiniz?
Tenkit, edebî bir eseri tarafsız
bir biçimde okuyarak iyi yerlerini ve fena yerlerini ayırmak demektir. Doğru
bir tenkit için her şeyden evvel sağlam bir kafa ile sağlam bir yürek lâzımdır.
Sağlam kafanın nasıl olacağını biraz izah edeyim. Bir eseri hakkıyla anlamak,
hususiyle bir şiirin zevkine varmak yalnız ilim terbiyesi sayesinde büyümüş her
dimağın kârı değildir. Şiir ile ayrıca renkten renge girmek, yani birçok
manzume okumuş olmak lâzımdır. Dediğiniz gibi bizde tenkit geç başladı. Evvelce
tenkidin kendi şöyle dursun, ismi bile yoktu. İlk eleştirel eser olarak Namık
Kemal Bey’in Tahrîb ve Ta’kîb adlı eserlerini kabul edebiliriz.
Lakin onlar da Ziya Paşa’nın Harâbât namındaki şiir antolojisini
paylamak maksadıyla vücuda getirildikleri için her ne kadar birçok metin
mülâhazalar içermesine rağmen tarafsız yazılmış değillerdir. Bizde doğru dürüst
bir eleştirmenin çıkmaması, tenkidin ne kadar ehemmiyetli ve ne kadar azametli
bir iş olduğunu gösterir.
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder