Faruk Kadri Timurtaş, başarılı bir akademisyen olmanın yanı
sıra bilhassa millî kültürümüz ve dilimiz hakkında pek çok yazı neşretmiş,
önemli mütefekkirlerimizden biriydi. Türkçeyi çok iyi bilen ve şuurlu bir
şekilde kullanan bir düşünür olan Timurtaş hoca ile dilimiz üzerine bir
röportaj gerçekleştirdik.
(Not: Bu “hayalî“ röportaj metni Burhan Bozgeyik’in Faruk
Kadri Timurtaş ile yaptığı mülâkatlardan oluşan “Dil Dâvâsı” adlı kitaptan
iktibaslar yapılarak oluşturulmuştur.)
Hocam dil kavramı bizde biraz geniş bir mânâyı karşılıyor
galiba. Çünkü dil derken hem bir iletişim vasıtasını hem de bir milletin söz
varlığından meydana gelen kurallı iletişim sistemini kastediyoruz.
Batı dillerinde, bu dil ile kelimeye dayanan dil arasında fark
bulunmaktadır. Birisine umûmî dil diğerine husûsî dil adı verilir. Umûmî dil
için, mesela Fransızcada language, husûsî dil için langue tabiri vardır.
Türkçede her ikisine de dil dediğimize göre bir karışıklık ortaya çıkmış
oluyor. Bu karışıklık, «lisan» kelimesini umûmî olarak kullanmak, hususî
mânâdaki dil için ise, «dil» kelimesine yer vermek suretiyle giderilebilir. Bu
eksiklik, gerek konuşmalarda, gerek ilmî araştırmalarda hakikaten bir boşluk
meydana getiriyor.
Bir milleti millet yapan en mühim unsur dildir diyebilir
miyiz?
Milleti meydana getiren maddî ve manevi unsurlar arasında
dil ve din en başta yer almaktadır. Bu, bütün sosyologlar ve fikir adamlan
tarafından kabul edilmiş bir gerçektir. Dil birliğini sağlayamamış bir
topluluğun millet kimliği kazanmasına imkan yoktur. Millet olmak için dil
unsuru asgarî şart sayılabilir. Kültürün de doğması ve gelişmesi dile bağlı
olduğundan bu unsurun ne kadar büyük bir ehemmiyet taşıdığını belirtmek için
fazla söze hacet yoktur zannederim.
Türkçe diğer büyük dünya dilleriyle mukayese edilirken
onlar kadar kelime sayısına sahip olmadığı için zengin görülmüyor. Bu konu
hakkında ne buyurursunuz?
Aslında kelime sayısı fazla olması o dilin zengin olduğunu
göstermez. Bir yerde zenginliktir, fakat büyük bir unsur değildir. Meselâ,
«Arapça zengin bir dildir» dedikleri zaman, saydıkları maddeler; atın, devenin,
kılıcın, arslanın yüz tane, iki yüz tane adıdır. Fakat bunlar arasında mânâ
farklılığı bulunmadığına göre bu bir zenginlik değildir. Zenginlik, bir dilin ifade
kabiliyeti, ifade gücü var mı, yok mu, o zaman belli olur. Bunu da tâbirlerin
çokluğu temin eder. Bir dilded eyimler çoksa o dilin anlatış gücü fazla
demektir. Mecazî kullanılışlar çok ise o dilde yine bir kudret var demektir.
Anlatış fiillere dayandığı için fiil sigaları zengin mi, değil mi? Bunlara
bakmamız lâzımdır. Meseleyi bu şekilde ele aldığımız takdirde Türkçenin çok
zengin bir dil olduğu ortaya çıkar.
Hocam çoğu kişi sizi Osmanlıca ders kitaplarınızla
tanıyor. Biraz da Osmanlıca hakkında konuşalım isterseniz.
Bu «Osmanlıca» tâbiri üzerinde bilhassa durmak lâzım.
Osmanlıca tâbiri değişik kullanılıyor. Ben Osmanlıca deyince “Osmanlı
Türkçesi”ni anlıyorum. Osmanlı Türkçesi demek; Osmanlı Devleti zamanında Türk
milletinin konuştuğu ve yazdığı dildir. Osmanlı Devletinin sınırları
içerisindeki halkın konuştuğu dil Osmanlı Türkçesidir. Bu tabiî, hem konuşma
dili olarak, hem yazı dili olarak görülüyor. Bugünkü konuştuğumuz ve yazdığımız
dile Türkiye Türkçesi dediğimize göre, Osmanlı Türkçesi, «Türkiye Türkçesi»nin
tarihî devresi oluyor. Bunun hakikî ve ilmî olarak tarifi bu.
Tamam, o hâlde Osmanlı Türkçesi diyelim… Nedir bu
Türkçenin özelliği? Yani diğer tarihî Türkçelerden ayrılan vasıfları nelerdir?
Türk yazı dilleri içerisinde en işlenmiş, en mükemmel hale
gelmiş yazı dili Osmanlı Türkçesidir. Bütün eski ve yeni yazı dillerimizi
nazar-ı itibara aldığımız takdirde, gerek Eski Türkçe devresinde, gerek Orta
Türkçe ve gerek daha sonra meydana gelmiş olan Azerî Türkçesi, Çağatay
Türkçesi, Kazan Türkçesi... Yani bütün yazı dilleri içerisinde Osmanlı Türkçesi
en mütekâmil, en güzel, en işlenmiş yazı dilimiz oluyor... Osmanlı Türkçesi
altı yüzyıl işlenmiş, çok büyük sanatkârlar çıkarmış, ifade gücü son derece
fazla olan bir dildir.
Bilhassa kültür tarihimizden haberdar olabilmek için
Osmanlı Türkçesi bilmenin önemi tartışılamaz herhâlde.
Kültür tarihimizdeki en büyük eserler, Osmanlı devresinde
yazılmış olan eserlerdir. Öbür Türk lehçeleriyle yazılmış eserleri de nazar-ı
itibara alırsak, gerek doğu, gerek kuzey lehçeleriyle yazılmış olan eserleri...
Yine de her sahada en çok eser, kültür eserleri; tarihte olsun, hukukta olsun,
edebiyatta olsun, her türlü ilim ve kültür eserleri Osmanlı Türkçesiyle
yazılmıştır, diyebiliriz.
Edebiyata gelirsek, divan edebiyatı Osmanlı Türkçesi ile,
halk edebiyatı ise sade Türkçe ile yazıldı gibi bir kanı var. Buna ne
diyorsunuz?
Halk edebiyatı olsun, divan edebiyatı olsun, aşağı yukarı
aynı dille yazılmıştır. Yalnız divan edebiyatında Arapça, Farsça terkipler
(tamlamalar), birleşik sıfatlar daha fazla görülüyor. Fakat aslında malzemeler
aynıdır. Mesela 17. Asırda o devirde yetişmiş olan halk şairleri; Aşık Ömer
diyelim, Gevherî diyelim zaten divan edebiyatı tarzında yazıyorlar. Meselâ,
koşma tarzından ziyade gazeli tercih ediyorlar. Yani bir yerde, şekil
bakımından da halk şiiri divan şiirine yaklaşmış oluyor. 17. yüzyılda hem dil
bakımından, hem şekil bakımından yaklaşmış oluyor. Tabi, «bunlar tamamiyle aynı
dili kullanıyorlar» diyemeyiz. Divan edebiyatının dili biraz daha ağır. Arapça,
Farsça kelimeler biraz daha fazla.
Osmanlı Türkçesinde yabancı dillerden gelen kelimeler
hakkında ne düşünüyorsunuz?
Büyük milletlerin, tabiî dilleri de büyük olur. Fakat büyük
ve medenî milletlerin dili hiçbir zaman tam olarak saf değildir. Yani «saf dil»
diye bir şey mevzubahis olamaz. Çünkü büyük devletler zaten, etraflarıyla fazla
münasebetleri olan devletlerdir. Ye medeniyetler de birbirine tesir etmiş
oluyor. Medeniyetlerin ve kültürlerin birbirleriyle münasebetleri ve bunun
neticesinde birbirlerine tesirleri dolayısıyla birbirlerinden kelime alışverişi
de yapmışlar. Dildeki kelimeler malzemedir. Mühim olan bu malzemenin
kullanılışıdır. Bu malzemelerle meydana getirilen eser, yapı mühimdir.
Kelimeleri inşaat malzemesine benzetirsek, inşaat malzemesinin kendisi mühim
değil. İnşaat malzemesiyle ne yapılıyor? Küçük bir bina mı yapılıyor, muhteşem
bir eser mi meydana getiriliyor? Mühim olan budur.
Hocam doğru söylüyorsunuz ama hâlâ Türkçe değil diye bazı
sözcükleri kullanmak istemeyenler var.
«Türkçe değildir» diyemeyiz. Bazı kelimeler menşe itibariyle
Türkçe değildir belki, fakat Türkçeleşmiştir. Dilimizin malı olmuştur. Türkçede
de üç çeşit kelime olduğu görülür. Birisi, aslında Türkçe olan kelimeler.
İkincisi, başka dillerden, hususiyetle Arapçadan, Farsçadan alınmış fakat
Türkçeleşmiş kelimeler. Bunların öbür Türkçe kelimelerden hiçbir farkı yoktur.
Yâni bunlar Türkçeleşmiştir, Türkçedir. Bir de başka dillerden alındığı hâlde
yabancılığını muhafaza eden kelimeler vardır. Arapçadan, Farsçadan, Batı
dillerinden girmiş, fakat Türkçeleşmemiş kelimeler... İşte bu çeşit kelimeler
atılabilir. Türkçeleşmiş kelimelere dokunamayız. Çünkü bunların, diğer aslen
Türkçe olan kelimelerden hiçbir farkı kalmamıştır.
Öztürkçeciliğe karşısınız yani..
Şimdi «öz» denildiğine göre, demek ki bir de «öz» olmayan,
yani kendinden olmayan var
demektir. Bu bizi bir nevi dilde ırkçılığa
götürür. Kelimenin menşeini araştırmak, “Acaba bu kelime aslında öz müydü,
değil miydi?” demek ırkçılıktır. «Öz» denildiğine göre, bir de bunun «üveyi»
olması lazım... Hâlbuki kelimeler, bir milletin yaşadığı tarihî seyir
içerisinde meydana geliyor. İşin kötü tarafı; dil meselesinin, bir siyasî ve
ideolojik mesele olarak ele alınmasıdır... Aslında bu, Millî Kültür
meselesidir. Bu bakımdan ele alınması lâzımdır. Ayrıca İlmî bakımdan, dilbilimi
bakımından ele alınması gerekir.
Efendim özellikle dibilgisi ders kitaplarında ve ÖSYM’nin
sınavlarında uyduruk bir dil kullanılıyor fakat bu kelimeler toplumda bir türlü
kabul görmüyor. Bu bir dayatma değil midir?
Haklısınız. Bu mesele son derece mühim. Bilhassa dilbilgisi
dersinde yazılacak kitapların son derece dikkatli olarak hazırlanmış olması
gerekir. Bunları düzeltmek için evvela mekteplerde Türkçe derslerine lâyık
oldukları değeri vermeliyiz. Son derece dikkatli olmalıyız. İyi dilbilgisi ve
edebiyat kitaplarının yazılması icab eder. Bu yok. Bilhassa basınımızda son
yıllarda dil bakımından gerileme, kötüye doğru gitme müşahede ediliyor.
Sanatkârlarımız, yazarlarımız, ilim, fikir ve devlet adamlarımız Türkçeyi iyi
bilecek.
Türkçeyi iyi bilecek derken?
Türkçenin iyi bilinmesi demek; bir kere kelime hazinesinin
zengin olması demektir. Kelimelerin, deyimlerin iyi kullanılması demektir.
Sonra cümle yapısının çok iyi olması lâzımdır. Yâni dil meselesinde sadece
uydurma kelimeler kullanmamaya değil, aynı zamanda, devrik cümleye yer
vermemeğe, kelimeleri iyi seçmeğe, tâbirleri yerli yerinde kullanmağa dikkat
etmek gerektir. Bir dilin iyi konuşulup yazılması için ilkin şu meseleye
ehemmiyet vermek lâzım; kelimelerin doğru söylenmesine, telâffuz edilmesine,
yani fonetik meselesi. Bu, okullarımızda verilmiyor. Bilhassa uzun seslerin
doğru söylenmesi öğretilmiyor. Daha sonra kelime hazinemiz çok dar. Bırakın
halkı, öğrencileri; çok tanınmış ilim adamlarımızın, fikir adamlarımızın ve
devlet adamlarımızın konuştukları kelimeler birkaç bini bulmaz. Bazılarınınki
hatta birkaç yüzü geçmez. Kelime hazinemiz dar. Telâffuz yanlış. Cümle yapısı
da bozuk ve bir takım sakatlıklar var. Yani yanlış cümleler kullanılıyor. Bir
de devrik cümle meselesi var. Zaten bu uydurma kelimeyle devrik cümle beraber
yürüyor... Birisi kelimeyi bozmak, öbürü cümleyi; dolayısıyla düşünce sistemini
bozmak, alt üst etmek istiyor. Bu bakımdan hepimize, dilimizi güzel kullanmak
için büyük vazifeler düşüyor. Hem mevcudu iyi bilmek, kullanmak, bir de bu
mevcudu daha da geliştirmek, daha da güzelleştirmek.
Son olarak imlâ meselesini sorayım. Hâlâ çözülebilmiş
değil.
İmlâmız başından beri fonetik imlâdır diye tanıtılır.
Fonetik olduğuna göre telâffuz edilen kelimenin aynen yazıda gösterilmesi icap
ediyor demektir. Hâlbuki, bilhassa uzun sesliler için işaret kullanılmaması
Türkçe imlasında mühim bir bozukluk meydana getiriyor. Bilhassa Arapça, Farsça
asıllı Türkçeleşmiş kelimelerde görülen uzun; a, u, i’leri yazıda
göstermediğimiz için gençlerimiz söyleyemiyorlar. Bu meselenin hâlledilmesi
lazım.
Yazımızda bazı harflerin bulunmayışı dolayısıyla da bazı
aksaklıklar çıkıyor, «ka» ile «k»nin ayrılamayışı, «gı» ile «g»nin ayrılamayışı
gibi. Yani biri kalın biri ince. Bunları ayıramıyoruz. «k»nın üzerine «şapka»
dedikleri aksan işaretini koyduğumuz takdirde, o aynı zamanda inceltme de
gösterdiği için yanlış okunabiliyor. Bir ara bunları iki «a» ile yazma fikri
ortaya çıkmıştı. İki «a» ile yazıldığı takdirde bu defa «kaatil» gibi yine bunu
uzun okuyamıyoruz. Demek ki uzun «a» yazmamız şu anda mümkün değil. Aynı
şekilde, bir «gazi» yazmamız mümkün değil. «a»nın üzerine bir uzatma işareti
koyduğumuz takdirde, «geazi» gibi olur, bir inceltme gibi olur. Yani şapka
denilen işaretin uzatmaya kullanılması lâzımken, bir ara inceltmeye de
kullanılmış. Yani hem inceltmeye hem uzatmaya... Fakat şimdi son zamanlarda
bilhassa bu Türk Dil Kurumu’nun imlâ kılavuzuyla bu durum büsbütün ortadan
kaldırılmış. Ne uzatması var, ne inceltmesi var. Hiçbir işaret yok. Yani
işaretsizliğimiz dolayısıyla olan yanlışlar var. Hâlbuki, dikkat ederseniz Batı
dillerinin hepsinde bu aksan işaretleri var. Fransızcada üç türlü «e» var. İki
çeşit «a» var. Daha başka işaretler var. İşaretler Almancada var. Hele
Macarcada ve öbür dillerde daha da çok... İslav dillerinde de Yugoslavya’da
gördüm; mesela «ç» için bile iki tane işaret kullanılmış. Biri ince «ç», biri kâim
«ç». Başka milletler bunu bile tefrik ediyorlar, biz hiçbir şeyi tefrik
edemiyoruz. Bu biraz zihnî tembellikten ileri gelen bir durum. Çocuklara fazla
bir şey öğretmeyelim, işaret mühim değil deniliyor. Varsın öğrensin, üç beş
işareti öğrenirse ne kaybeder.
Hocam bir dokunduk, bin âh işittik. Teşekkür ederiz.
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder