Faruk Kadri Timurtaş ile "Dilimiz" Üzerine

(Kültür tarihimizdeki en büyük eserler, Osmanlı devrinde yazılmış eserlerdir; dunyabizim.com; 04.07.2016)




Faruk Kadri Timurtaş, başarılı bir akademisyen olmanın yanı sıra bilhassa millî kültürümüz ve dilimiz hakkında pek çok yazı neşretmiş, önemli mütefekkirlerimizden biriydi. Türkçeyi çok iyi bilen ve şuurlu bir şekilde kullanan bir düşünür olan Timurtaş hoca ile dilimiz üzerine bir röportaj gerçekleştirdik.

(Not: Bu “hayalî“ röportaj metni Burhan Bozgeyik’in Faruk Kadri Timurtaş ile yaptığı mülâkatlardan oluşan “Dil Dâvâsı” adlı kitaptan iktibaslar yapılarak oluşturulmuştur.)

Hocam dil kavramı bizde biraz geniş bir mânâyı karşılıyor galiba. Çünkü dil derken hem bir iletişim vasıtasını hem de bir milletin söz varlığından meydana gelen kurallı iletişim sistemini kastediyoruz.

Batı dillerinde, bu dil ile kelimeye dayanan dil arasında fark bulunmaktadır. Birisine umûmî dil diğerine husûsî dil adı verilir. Umûmî dil için, mesela Fransızcada language, husûsî dil için langue tabiri vardır. Türkçede her ikisine de dil dediğimize göre bir karışıklık ortaya çıkmış oluyor. Bu karışıklık, «lisan» kelimesini umûmî olarak kullanmak, hususî mânâdaki dil için ise, «dil» kelimesine yer vermek suretiyle giderilebilir. Bu eksiklik, gerek konuşmalarda, gerek ilmî araştırmalarda hakikaten bir boşluk meydana getiriyor.

Bir milleti millet yapan en mühim unsur dildir diyebilir miyiz?

Milleti meydana getiren maddî ve manevi unsurlar arasında dil ve din en başta yer almaktadır. Bu, bütün sosyologlar ve fikir adamlan tarafından kabul edilmiş bir gerçektir. Dil birliğini sağlayamamış bir topluluğun millet kimliği kazanmasına imkan yoktur. Millet olmak için dil unsuru asgarî şart sayılabilir. Kültürün de doğması ve gelişmesi dile bağlı olduğundan bu unsurun ne kadar büyük bir ehemmiyet taşıdığını belirtmek için fazla söze hacet yoktur zannederim.

Türkçe diğer büyük dünya dilleriyle mukayese edilirken onlar kadar kelime sayısına sahip olmadığı için zengin görülmüyor. Bu konu hakkında ne buyurursunuz?

Aslında kelime sayısı fazla olması o dilin zengin olduğunu göstermez. Bir yerde zenginliktir, fakat büyük bir unsur değildir. Meselâ, «Arapça zengin bir dildir» dedikleri zaman, saydıkları maddeler; atın, devenin, kılıcın, arslanın yüz tane, iki yüz tane adıdır. Fakat bunlar arasında mânâ farklılığı bulunmadığına göre bu bir zenginlik değildir. Zenginlik, bir dilin ifade kabiliyeti, ifade gücü var mı, yok mu, o zaman belli olur. Bunu da tâbirlerin çokluğu temin eder. Bir dilded eyimler çoksa o dilin anlatış gücü fazla demektir. Mecazî kullanılışlar çok ise o dilde yine bir kudret var demektir. Anlatış fiillere dayandığı için fiil sigaları zengin mi, değil mi? Bunlara bakmamız lâzımdır. Meseleyi bu şekilde ele aldığımız takdirde Türkçenin çok zengin bir dil olduğu ortaya çıkar.

Hocam çoğu kişi sizi Osmanlıca ders kitaplarınızla tanıyor. Biraz da Osmanlıca hakkında konuşalım isterseniz.

Bu «Osmanlıca» tâbiri üzerinde bilhassa durmak lâzım. Osmanlıca tâbiri değişik kullanılıyor. Ben Osmanlıca deyince “Osmanlı Türkçesi”ni anlıyorum. Osmanlı Türkçesi demek; Osmanlı Devleti zamanında Türk milletinin konuştuğu ve yazdığı dildir. Osmanlı Devletinin sınırları içerisindeki halkın konuştuğu dil Osmanlı Türkçesidir. Bu tabiî, hem konuşma dili olarak, hem yazı dili olarak görülüyor. Bugünkü konuştuğumuz ve yazdığımız dile Türkiye Türkçesi dediğimize göre, Osmanlı Türkçesi, «Türkiye Türkçesi»nin tarihî devresi oluyor. Bunun hakikî ve ilmî olarak tarifi bu.

Tamam, o hâlde Osmanlı Türkçesi diyelim… Nedir bu Türkçenin özelliği? Yani diğer tarihî Türkçelerden ayrılan vasıfları nelerdir?

Türk yazı dilleri içerisinde en işlenmiş, en mükemmel hale gelmiş yazı dili Osmanlı Türkçesidir. Bütün eski ve yeni yazı dillerimizi nazar-ı itibara aldığımız takdirde, gerek Eski Türkçe devresinde, gerek Orta Türkçe ve gerek daha sonra meydana gelmiş olan Azerî Türkçesi, Çağatay Türkçesi, Kazan Türkçesi... Yani bütün yazı dilleri içerisinde Osmanlı Türkçesi en mütekâmil, en güzel, en işlenmiş yazı dilimiz oluyor... Osmanlı Türkçesi altı yüzyıl işlenmiş, çok büyük sanatkârlar çıkarmış, ifade gücü son derece fazla olan bir dildir.

Bilhassa kültür tarihimizden haberdar olabilmek için Osmanlı Türkçesi bilmenin önemi tartışılamaz herhâlde.

Kültür tarihimizdeki en büyük eserler, Osmanlı devresinde yazılmış olan eserlerdir. Öbür Türk lehçeleriyle yazılmış eserleri de nazar-ı itibara alırsak, gerek doğu, gerek kuzey lehçeleriyle yazılmış olan eserleri... Yine de her sahada en çok eser, kültür eserleri; tarihte olsun, hukukta olsun, edebiyatta olsun, her türlü ilim ve kültür eserleri Osmanlı Türkçesiyle yazılmıştır, diyebiliriz.

Edebiyata gelirsek, divan edebiyatı Osmanlı Türkçesi ile, halk edebiyatı ise sade Türkçe ile yazıldı gibi bir kanı var. Buna ne diyorsunuz?

Halk edebiyatı olsun, divan edebiyatı olsun, aşağı yukarı aynı dille yazılmıştır. Yalnız divan edebiyatında Arapça, Farsça terkipler (tamlamalar), birleşik sıfatlar daha fazla görülüyor. Fakat aslında malzemeler aynıdır. Mesela 17. Asırda o devirde yetişmiş olan halk şairleri; Aşık Ömer diyelim, Gevherî diyelim zaten divan edebiyatı tarzında yazıyorlar. Meselâ, koşma tarzından ziyade gazeli tercih ediyorlar. Yani bir yerde, şekil bakımından da halk şiiri divan şiirine yaklaşmış oluyor. 17. yüzyılda hem dil bakımından, hem şekil bakımından yaklaşmış oluyor. Tabi, «bunlar tamamiyle aynı dili kullanıyorlar» diyemeyiz. Divan edebiyatının dili biraz daha ağır. Arapça, Farsça kelimeler biraz daha fazla.

Osmanlı Türkçesinde yabancı dillerden gelen kelimeler hakkında ne düşünüyorsunuz?

Büyük milletlerin, tabiî dilleri de büyük olur. Fakat büyük ve medenî milletlerin dili hiçbir zaman tam olarak saf değildir. Yani «saf dil» diye bir şey mevzubahis olamaz. Çünkü büyük devletler zaten, etraflarıyla fazla münasebetleri olan devletlerdir. Ye medeniyetler de birbirine tesir etmiş oluyor. Medeniyetlerin ve kültürlerin birbirleriyle münasebetleri ve bunun neticesinde birbirlerine tesirleri dolayısıyla birbirlerinden kelime alışverişi de yapmışlar. Dildeki kelimeler malzemedir. Mühim olan bu malzemenin kullanılışıdır. Bu malzemelerle meydana getirilen eser, yapı mühimdir. Kelimeleri inşaat malzemesine benzetirsek, inşaat malzemesinin kendisi mühim değil. İnşaat malzemesiyle ne yapılıyor? Küçük bir bina mı yapılıyor, muhteşem bir eser mi meydana getiriliyor? Mühim olan budur.

Hocam doğru söylüyorsunuz ama hâlâ Türkçe değil diye bazı sözcükleri kullanmak istemeyenler var.

«Türkçe değildir» diyemeyiz. Bazı kelimeler menşe itibariyle Türkçe değildir belki, fakat Türkçeleşmiştir. Dilimizin malı olmuştur. Türkçede de üç çeşit kelime olduğu görülür. Birisi, aslında Türkçe olan kelimeler. İkincisi, başka dillerden, hususiyetle Arapçadan, Farsçadan alınmış fakat Türkçeleşmiş kelimeler. Bunların öbür Türkçe kelimelerden hiçbir farkı yoktur. Yâni bunlar Türkçeleşmiştir, Türkçedir. Bir de başka dillerden alındığı hâlde yabancılığını muhafaza eden kelimeler vardır. Arapçadan, Farsçadan, Batı dillerinden girmiş, fakat Türkçeleşmemiş kelimeler... İşte bu çeşit kelimeler atılabilir. Türkçeleşmiş kelimelere dokunamayız. Çünkü bunların, diğer aslen Türkçe olan kelimelerden hiçbir farkı kalmamıştır.

Öztürkçeciliğe karşısınız yani..

Şimdi «öz» denildiğine göre, demek ki bir de «öz» olmayan, yani kendinden olmayan var
 demektir. Bu bizi bir nevi dilde ırkçılığa götürür. Kelimenin menşeini araştırmak, “Acaba bu kelime aslında öz müydü, değil miydi?” demek ırkçılıktır. «Öz» denildiğine göre, bir de bunun «üveyi» olması lazım... Hâlbuki kelimeler, bir milletin yaşadığı tarihî seyir içerisinde meydana geliyor. İşin kötü tarafı; dil meselesinin, bir siyasî ve ideolojik mesele olarak ele alınmasıdır... Aslında bu, Millî Kültür meselesidir. Bu bakımdan ele alınması lâzımdır. Ayrıca İlmî bakımdan, dilbilimi bakımından ele alınması gerekir.

Efendim özellikle dibilgisi ders kitaplarında ve ÖSYM’nin sınavlarında uyduruk bir dil kullanılıyor fakat bu kelimeler toplumda bir türlü kabul görmüyor. Bu bir dayatma değil midir?

Haklısınız. Bu mesele son derece mühim. Bilhassa dilbilgisi dersinde yazılacak kitapların son derece dikkatli olarak hazırlanmış olması gerekir. Bunları düzeltmek için evvela mekteplerde Türkçe derslerine lâyık oldukları değeri vermeliyiz. Son derece dikkatli olmalıyız. İyi dilbilgisi ve edebiyat kitaplarının yazılması icab eder. Bu yok. Bilhassa basınımızda son yıllarda dil bakımından gerileme, kötüye doğru gitme müşahede ediliyor. Sanatkârlarımız, yazarlarımız, ilim, fikir ve devlet adamlarımız Türkçeyi iyi bilecek.

Türkçeyi iyi bilecek derken?

Türkçenin iyi bilinmesi demek; bir kere kelime hazinesinin zengin olması demektir. Kelimelerin, deyimlerin iyi kullanılması demektir. Sonra cümle yapısının çok iyi olması lâzımdır. Yâni dil meselesinde sadece uydurma kelimeler kullanmamaya değil, aynı zamanda, devrik cümleye yer vermemeğe, kelimeleri iyi seçmeğe, tâbirleri yerli yerinde kullanmağa dikkat etmek gerektir. Bir dilin iyi konuşulup yazılması için ilkin şu meseleye ehemmiyet vermek lâzım; kelimelerin doğru söylenmesine, telâffuz edilmesine, yani fonetik meselesi. Bu, okullarımızda verilmiyor. Bilhassa uzun seslerin doğru söylenmesi öğretilmiyor. Daha sonra kelime hazinemiz çok dar. Bırakın halkı, öğrencileri; çok tanınmış ilim adamlarımızın, fikir adamlarımızın ve devlet adamlarımızın konuştukları kelimeler birkaç bini bulmaz. Bazılarınınki hatta birkaç yüzü geçmez. Kelime hazinemiz dar. Telâffuz yanlış. Cümle yapısı da bozuk ve bir takım sakatlıklar var. Yani yanlış cümleler kullanılıyor. Bir de devrik cümle meselesi var. Zaten bu uydurma kelimeyle devrik cümle beraber yürüyor... Birisi kelimeyi bozmak, öbürü cümleyi; dolayısıyla düşünce sistemini bozmak, alt üst etmek istiyor. Bu bakımdan hepimize, dilimizi güzel kullanmak için büyük vazifeler düşüyor. Hem mevcudu iyi bilmek, kullanmak, bir de bu mevcudu daha da geliştirmek, daha da güzelleştirmek.

Son olarak imlâ meselesini sorayım. Hâlâ çözülebilmiş değil.

İmlâmız başından beri fonetik imlâdır diye tanıtılır. Fonetik olduğuna göre telâffuz edilen kelimenin aynen yazıda gösterilmesi icap ediyor demektir. Hâlbuki, bilhassa uzun sesliler için işaret kullanılmaması Türkçe imlasında mühim bir bozukluk meydana getiriyor. Bilhassa Arapça, Farsça asıllı Türkçeleşmiş kelimelerde görülen uzun; a, u, i’leri yazıda göstermediğimiz için gençlerimiz söyleyemiyorlar. Bu meselenin hâlledilmesi lazım.

Yazımızda bazı harflerin bulunmayışı dolayısıyla da bazı aksaklıklar çıkıyor, «ka» ile «k»nin ayrılamayışı, «gı» ile «g»nin ayrılamayışı gibi. Yani biri kalın biri ince. Bunları ayıramıyoruz. «k»nın üzerine «şapka» dedikleri aksan işaretini koyduğumuz takdirde, o aynı zamanda inceltme de gösterdiği için yanlış okunabiliyor. Bir ara bunları iki «a» ile yazma fikri ortaya çıkmıştı. İki «a» ile yazıldığı takdirde bu defa «kaatil» gibi yine bunu uzun okuyamıyoruz. Demek ki uzun «a» yazmamız şu anda mümkün değil. Aynı şekilde, bir «gazi» yazmamız mümkün değil. «a»nın üzerine bir uzatma işareti koyduğumuz takdirde, «geazi» gibi olur, bir inceltme gibi olur. Yani şapka denilen işaretin uzatmaya kullanılması lâzımken, bir ara inceltmeye de kullanılmış. Yani hem inceltmeye hem uzatmaya... Fakat şimdi son zamanlarda bilhassa bu Türk Dil Kurumu’nun imlâ kılavuzuyla bu durum büsbütün ortadan kaldırılmış. Ne uzatması var, ne inceltmesi var. Hiçbir işaret yok. Yani işaretsizliğimiz dolayısıyla olan yanlışlar var. Hâlbuki, dikkat ederseniz Batı dillerinin hepsinde bu aksan işaretleri var. Fransızcada üç türlü «e» var. İki çeşit «a» var. Daha başka işaretler var. İşaretler Almancada var. Hele Macarcada ve öbür dillerde daha da çok... İslav dillerinde de Yugoslavya’da gördüm; mesela «ç» için bile iki tane işaret kullanılmış. Biri ince «ç», biri kâim «ç». Başka milletler bunu bile tefrik ediyorlar, biz hiçbir şeyi tefrik edemiyoruz. Bu biraz zihnî tembellikten ileri gelen bir durum. Çocuklara fazla bir şey öğretmeyelim, işaret mühim değil deniliyor. Varsın öğrensin, üç beş işareti öğrenirse ne kaybeder.


Hocam bir dokunduk, bin âh işittik. Teşekkür ederiz.

Hiç yorum yok :